Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Yüklü Mavi Balonlar

Karanlık, balyoz gibi ağırlaşmış kafamın içi ve sıcak tahta kokularının ortasında, yüklü mavi balonlarımla olduğum yerden yükselmeye karar verdim. Evet bunu tam olarak şu an yapmaya istekliyim. Parlak mavi balonlarımı şişirdim, şişirken kendi nefesimin sesinden başka hiçbir şey yoktu. Bir elimde geçmişimle olan tek bağım diğer elimde geleceğimle beraber kurtulamadığım belirsizliklerim. Ellerimi bıraktıktan sonra gezegeni saran o ince mavi çizginin önemini tam olarak o zaman takdir ettim. Dünyayı çevreleyen o ince mavi çizgi… Hatırlayabildiniz mi Hatırlayamadıysanız gidip bir bakın, dünya için hayati olan her şeyi içeren o hassas mavi denge. İşte o çizgi şu an farkında bile olmadığımız nefeslerin yaşam filtresi. Artık yüklerimle beraber nefes alıp verebildiğimiz tek gezegen olan dünyadan uçmak için hazırdım. Daha rahat yükselebilmek için bütün yüklerimi daha ufak bölümlere ayırdım, ayırırken her biri kendi içinde özelleşti. Geçmiş şaşkınlıklarım, kalbimi parçalayan heyecanlarım, odamın arkasındaki göz yaşlarım, mutfak dolabında saklanan bıçaklar, kırılan ayna, eski otobüs, hastane kokuları ve sana duyduğum özlemlerim…Hepiniz yüklerim oldunuz. 

Mavi balonlarla Üsküdar’dan yükselmeye başlarken önce evimden, mahallemden daha sonra bulutların arasından, asit püskürten topraklardan, kuşların ötmediği, bitkinin yetişmediği dünyanın çıkışına vardım. Davetsiz misafir olarak yükseldiğim bu ince çizgide bacaklarımı salınarak dünyanın çeperine oturdum. Samanyolunu, yıldızları, dev toz fırtınalarını, uçan nehirleri ve güneşi göremediğim bir manzaram vardı. Yine de dünyanın ince çizgisine yumuşak etimi yaslayıp bacaklarımı sallamak acayip hoşuma gitmişti. Yörüngemin dünyanın dönmesiyle değişmiş olmasından dolayı Kuzey Afrika’da kalın kahverengi tozla kaplanmış toz fırtınasına şahit olmaya başladım. Bu toz fırtınasının yolculuğu Amazon ormanlarında mükemmel gübre işlevini görmek için çoktan yörüngesini seçmişti. Bir nefeslik oksijenin bile çıkmadığı şu meşhur Amazon havzası… Bir an sırtımdaki yükleri tam bu noktadan Amazon ormanlarına fırlatmak istedim ama toprakla buluştuklarında filiz versinler istemedim. Dünya dönmeye ben bacaklarımı sallamaya devam ediyordum nasıl olsa yörünge değişmeye devam edecekti. 

Yüklerimi attıkça daha derine, daha derine gidip beni kulağımdan çekemesinler diye onları okyanusa fırlatmaya karar verdim. Zamanın dışında olduğum bu çizgide neyi beklediğimi bilmeden bir bekleyiş içine girdim. İstanbul’da sahil kenarında sadece denizi ve iyotu hissettiğim o anlar gibi beklemekti bu. Bu sefer ben doğru zamana ulaşmak için çırpınmayacak, o doğru olduğuna inandığı bir anda gelip beni bulacaktı. Esiri olduğum yüklerim gitmek için kilidi tam vaktinde çevirecekti. Artık yukarıya baktığımda bir gökyüzü manzaram olmadığı için ben de sürekli aşağıya bakmaya devam ediyordum. Dünyanın buradan görünüşü bakımından en çok dikkatimi çeken diatomeler olmuştu (yaşamın kaynağı algler). İnsan saçından dört kat daha ince, dünyanın oksijen kaynağının sırrı, öğütülmüş kayaların silikalarını kullanarak üreyen bu canlılar bulunduğum yerden dünyayı sarmış rengarenk bir yılana benziyordu.

Şimdi bir nefes alın!

Şimdi bir daha nefes alın!

Şimdi şunu düşünün!

Aldığınız o nefeslerden birini o denizaltındaki o ufaklıklar üretti. Şu an uzaydan farklı renkler saça saça bana el sallayan bu diatomeleri net bir şekilde artık görebiliyordum. Sanki saçtıkları bu renklerle bana kendilerini fark ettirmeye çalışıyorlardı. Ya da benim ilgi arsızlığım tuttu bilemiyorum. Yaşamın canlı renkleri, beni hayatta tutan, soluduğum her şey oradaydı. Hassas mavi çizgilerin en incesine oturacağımı, balonlarımla yükselirken tahmin edemezdim. Ama oturmuştum artık, aşağıya baktığım zaman net olarak karşımda duran diatomelere  yüklerimi atma zamanımın geldiğini anlamıştım. Taa uzayın dışından bana uzattıkları o eli kendime doğru aslında ben çekmiştim. Sırtımdaki balonlarla artık daha fazla yükselemezdim de. Bu yüklerden kurtulmadıkça ruhum… Ah benim o ruhum yok mu içimde nefesini tutup sıkışmaya devam edecekti.  Bak ruhum sen nefesini tutup patlama noktasına gelmeden ben sana beklemediğin bir harekette bulunup, bir güzellik yapmaya karar verdim.

Önce sen geçmiş şaşkınlıklarım, seni okyanusa bırakmaya karar verdim. O gerçekleşmemiş beklentilerin, yolunu şaşırmış hayallerini bırakıyorum, artık benden gidebilirsin. Sonra sen kalp parçalayan heyecanlarım hele sen yok musun? Neler yaşattılar sana dur sen anlatamadan ben seni çat diye fırlatayım. Odanın arkasındaki henüz minik damlalar halindeki göz yaşlarım. Özür dilerim yıktığım inançların için, şimdi okyanusta huzur bul. Sonra sen mutfakta saklanan bıçaklar sizleri de atınca epey bir demirlerimden hafiflemiş oluyorum. Kırılan ayna ve hastane kokuları neden o kadar üzerime üzerime kırıldınız anlamasam da acımadan bıraktığınız izler için teessüf ederim. Sizi fırlattıkça omuzlarımda hissettiğim hafifliği çok daha önceden tatmak isterdim.
Unutmadan, bir sen kaldın “sana duyduğum özlemler”. Dünyada nereye gitsem benimlesin, nerede yemek yesem karşımdasın, yan koltukta yine haberleri izliyoruz, çizdiğim resimler, yazdığım yazılarımsın. Her şeyim oldun sana duyduğum özlemler, sen bile beklemiyordun böyle olacağını itiraf et. Her şeyi suya bırakabiliyorum da bir tek seni bırakamıyorum. Elimdeki yükü  sıkı sıkıya tuttum, korktum elimden kayıp düşersin diye. Sana duyduğum özlemi yük olarak görmek bile tüm yaşadıklarımıza ihanet. Ben de mavi balonlarımla dünyaya dönerken bir tek seni geri yükleyip çok sevdiğimiz Çamlıca’ya geri indim. Sana duyduğum özlemleri hayat boyu büyük bir sevgiyle taşıyacağıma dair söz vererek…

Sayı: Sayı 08

Kategori: Öykü

Yazar: Gözde Çimen