Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Yok-uş

Dudağımın üstünden akan damlalar susuzluğumu dindirmiyordu. Dindiremezdi de zaten.
Dindirmemesi için üzerimde dolaşan güneş ve üstüne kutsallık yüklenen ay… Hep bu ayda
giderdik bazen köy enstitüsüne, bazen taziye binasına, bazen imam efendinin köy çocuklarına
elif- ba’yı öğrettiği taş mektebe. Bahçe kolu başkanıymış babam o mektepte. Köyün diğer
çocukları inkılapları öğrenirken, o bahçenin çitlerini örermiş. O da inkılaptı o da! Yolun artan
eğimiyle ayak bileklerime işlenen sızı, etrafımda kaliteli bir şey bulmam için beni tetikliyordu.
Küçük mahalle mezarlığıyla başlamıştı mektep yolundan dönüşüm. Kara asfalta bitişik arpa,
yulaf ve buğday tarlalarının yanından tepemdeki ısıyla geçişim, onlar için birer rahmet
oluyordu. Bereketin olduğu yerde in cin top mu oynar? Burada, oynuyor. Küçük cin, büyük
cinin bacaklarından topu geçirdi, arkadan koşan orta cini sağ sol yaparak atlattı ve goooool.
Eskiden daha estetikmiş buralar; Arnavut kaldırımlar, su kuyuları bir de binek taşları. HES
geçecek diye yıktırmışlar hepsini sonra da kuru bir zift ve bu yokuş kalmıştı ellerinde. Eğimi
yarılayamasam da arkamda kalan serinliğe dönme isteği, köyle yüzleşme arzumu
yenememişti. Bu neyin yüzleşmesi; her gün geçtiğim yol her gün çıktığım yokuş. İlerideki erik
ağacı çöldeki su birikintisi hayalini hatırlatmıştı bana ama biliyorum ki bu bir rüya değil,
benim çıkıp kardeşimin kilosu yüzünden çıkamadığı beni aşağıda beklerken ise hep çıkma
hayali kurduğu o erik ağacı gerçekti. Oldum olası engel olmuştu şişmanlığı; yığma tuğlalı
evimizin çatısına çıkarken, eşeğe binerken, ninemin ördüğü çorapları giyerken. Yaş otuz beş,
yolun yarısı eder. Babam hep derdi muhtara “Şu ağacın altına bir çardak kuralım ahali köye
varırken yükünü indirip bir soluklansın, gölgesinde canlansın.” Bahçe kolu başkanıymış
babam. Yaptıramamış. Oruç; kafama vurup mideme inmiş, ayağımdan belime uzanan acıyla
birleşmişti. Kıyısına ilişince fark ettim; yıllardır ne gübre atan olmuş ne de eşeleyen yoksa
oturunca adamın kaba etini böyle acıtır mıydı? Kurumuş. Tabakadaki tütün kâğıdı alnımdaki
teri silmek için yardımıma yetişmişti. Ne fark eder!.. Dante gibi ortasındayız ömrün. Kâh alın
teri kâh yağmur damlası… Yolun sonu yaklaştıkça, göz kapaklarımdaki ter ağırlaşıyor, dilim
kurumuş damağıma dayanıyordu. Delikanlı çağımızdaki cevher, /……/ Gözünün yaşına
bakmadan gider.
Çok efsaneler, masallar anlatılır bu yokuşla ilgili; alkarısı kaç çocuğu kaçırmış, ecinniler kaç
adamın aklını almıştı burada. Dahası, iki kapısı varmış yolun, biri başında diğeri sonunda fakat
ikisi de aynı yere açılırmış. Mış mışta mış mış. Hangi coğrafya kabul eder ki bunu! Bu
masalları kendime anlatarak vardım yolun sonuna, yolun sonu diye hor görülmez! Köyden
bakılınca zirvedir burası; arkasını bilenlerin çilehanesi, bilmeyenlerin ise Kaf dağı. İmdi köyün
girişi, yolun kıyısında; adını yokuşa veren büyük köy mezarlığındayım. Yolun sonu, yokuşun
başındayım. Bütün köy potinlerimin altında, ben ise çatıların üstündeyim. Dayanamıyorum.
Kurumuş boğazımdan süzülen sigaramın dumanı, ocağı tütmeyen evlere doğru yol alıyorken
fark ettim; çıktığım yokuşun her gün geçtiğim yol olmadığını. Yalnız kalmış koca bir ifrit… Hani
nerede Ali, Remzi, Faruk Emmi? Hepsi yolun sonunda, köyün zirvesinde, toprağın
derinliklerinde.

Sayı: Sayı 02

Kategori: Deneme

Yazar: Reyhan Özsoy