Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Yağmurla Gelen

Yağmurlu ve kasvetli havaları pek seven Belkıs Hanım, bu gri atmosferin verdiği melankolik zevki, eski aile albümlerine bakıp geçmişi yad ederek taçlandırırdı. Geceden bu yana dinmek bilmeyen yağmur, bölgeyi uzun bir süre etkisi altına alacak gibiydi. Böylesine tekinsiz bir havada çat kapı gelecek bir misafir de söz konusu olamayacağına göre, bu sabahı keyifli bir miskinlikle geçirip, rehavetin nadiren bıraktığı tadını çıkarabilirdi. Disiplinliydi Belkıs Hanım. Sert ve mükemmeliyetçi bir anne tarafından büyütülmüş olmamasına karşın öyle görünmeyi sever, annesinden her bahis açıldığında alt dudağını ısırıp, başını iki yana sallayarak onun nasıl da zor ve memnun edilmesi güç bir insan olduğunu lisan-ı haliyle ima ederdi. Rahmetli anneciğinin kemiklerinin sızladığını hiç hesaba katmazdı zirâ tahminince o da öylesi kimselere daima gıpta etmişti. Kendisi olamamıştı. Daima azla yetinen, kolay ürken bir kadıncağız olarak yaşayıp girmişti kabre. Şükür ki hülyası kızında hayat bulmuş, nasıl olduysa olmuş, kızı Belkıs halk tabiriyle hükümet gibi bir kadın oluvermişti. Sebe Melikesi’nden el almışçasına bir asalet içinde bulunmaya gayret gösterirdi daima. Bu kendinden menkul asalet zaman zaman onu yorar, değer miydi bu yola girmeye, alelade, sevenlerinin pek doğal pek sevimli, düşmanlarının ise en fazla cahil ve sıradan bulacağı bir kadıncık olamaz mıydım ah diye esef etmesine sebep olurdu. Gelgelelim bu düşüncesi uzun sürmez, seçkinlik inancı ve çabasının kendisine verdiği yaşamsal lezzetin her zahmete değdiğine bir kez daha itikad getirirdi. 

 

  Kahvaltı bulaşıklarını tezgahta öylece bırakıp salona geçmişti. Bundan sebep içinde bir hoşnutsuzluk hissetmiyordu, ancak Belkıs Hanım öyle inanırdı ki bir şeyin melekeye dönüşebilmesi için insan dört duvar arasında, yapayalnızken bile o şeye sahipmiş gibi davranmalıydı. Eskiler boşuna “Îmân yalnızken ne yaptığındır” dememişler neticede. O sebepten yüzüne hoşnutsuz ve huzursuz bir ifade takınarak oturdu tekli koltuğa. Oturmadan gerekli hazırlığı yapmıştı. Kokulu mumları, orta şekerli kahvesi, limonlu suyu, olmazsa olmaz bitter çikolatası ve aile albümleri ile şöyle bir geçmişe uzanmaya hazırdı Belkıs Hanım. 

 

Kalbi heyecanla çarptı aniden. Nasıl da unutmuştu öyle ya, en sonki ziyaretinde meteorolojinin yağmurlu hava öngörüsüne binaen, ablasından çocukluk resimlerinin bulunduğu albümü rica etmiş o da  kırmamış vermişti. Düzen konusunda oldukça hassas olduğu için eve gelir gelmez diğer albümlerin yanına katmış sonra da unutup gitmişti. Büyük bir heyecanla eline aldı albümü. Önce bir yudum su, bir yudum kahve sonra, sonra bir yudum daha kahve, bir parça bitter yapıştır damağa ,evet; şimdi açabilirdi albümü. 

 

Yeşil kapaklı albümün ilk sayfaları ailenin çocuklarının bebeklik resimlerine ayrılmıştı. Hazırlıklı çekildiği aşikâr olan resimler olduğu gibi, kendi doğal akışında, aniden çekildiği belli olanlar da vardı. Erkek kardeşinin babanneleri ve annesi tarafından leğende yıkanırken çekilmiş olduğu bir resim çarptı gözüne. Adeta insanların gözüne gözüne sokmak istermiş gibi diye düşündü. “Tövbe estağfirullah, eskilerde de hiç mahremiyet anlayışı yokmuş canım.” diye söylenerek imha etmek üzere bir çırpıda albümden çıkardı fotoğrafı. Fotoğrafın tek rahatsız edici tarafı erkek kardeşinin beden mahremiyetinin yok sayılması değildi. Belkıs Hanım, kendisine itiraf edemese de onu rahatsız eden esas şey, annesi ve rahmetli babaannesinin döküntü ve sakil halleriydi. Bebek üşütmesin diye adeta hamama çevrilen sıcacık oda, kadıncıkları bunalttıkça bunaltmış, saçları terden alınlarına yapışmış, elbise yakaları ıpıslak olmuş canhıraş hâlde oğlanı yıkıyorlardı. Zarafetten, letafetten, Belkıs Hanım’ın uğruna bir ömür feda ettiği asaletten öyle uzak bir halleri vardı ki, doğrusu buna tahammül edebilmesi mümkün değildi. Albümün diğer sayfalarında da aynı tahammülsüzlüğü gösteriyor, acınası ve biçare gözüktükleri hemen hemen her resmi, söylene söylene yerinden edip buruşturup bir köşeye fırlatıyordu. Ablasının fark edeceği ve sitem edeceği düştü aklına. Kıvrak zekâsıyla buna da bir çözüm bulmakta gecikmedi. O fotoğrafları son derece samimi ve doğal bulduğunu, bu sebepten de kendisine ayırdığını söyleyecekti. Ar ettim ura dönüştü yaktı sinemi de kaldırıp attım diyemezdi ya… Düzmecelerle dolu, öz elleriyle ve itinayla yazdığı kişisel tarihi, çizdiği sahte tabloyu tekzip eden resimler Belkıs Hanım’ı oldukça rahatsız etmiş ve en nihayetinde bitap düşürmüştü.  Arkasına yaslandı. Bir yudum su, bir yudum kahve bir yudum daha kahve… Biraz sakinlemişti. Ne iyi olmuştu da akıl etmişti bu albümü istemeyi. Yatarken dahi parmağından çıkarmadığı, altıgen şeklinde olup ortasında yeşil bir zümrüt bulunan vintage yüzüğünü serçe parmağından çıkardı, diğer elinin serçe parmağına taktı. Bu yüzük bile öylesine değildi. Merhume Ayşe Şasa’nın ince uzun parmaklarının zarafetini nasıl da vurguluyor onun mümtaz aksini nasıl da destekliyordu. Bir resminde tesadüf etmiş, görür görmez hayran kalmış ve hemen o gün, serçe parmağına uygun bir yüzük temin etmişti. Belkıs Hanım işini riske atmaz, gaye edindiği bir şey için yapılması lazım gelen her ne varsa itinayla yerine getirirdi. Bu, ona sıkıntı ve zahmet veren bir türlü alışamadığı serçe parmak yüzüğü bile olsa… 

 

Ağır ağır doğruldu oturduğu yerde. Albümü önündeki sehpadan aldı ve kucağına yerleştirdi tekrardan. İlerleyen sayfalar kaçan keyfini yerine getirmişti zirâ kendisiyle ablası büyüyor ve ailenin çehresi yavaş yavaş da olsa değişmeye başlıyordu. Annelerinin başörtüsünü bağlayış şekli değişmişti mesela. Daha modern bir hâl almış, okula giden ve arkadaşlarının annelerinin başörtüsülerini gören kızlarının heveslerini kırmamış ve daha canlı renklerde başörtüler tercih eder olmuştu anneciği. Keyfi yerinde ve kıvanç içinde sayfaları dolaşıyor, nihayet albümden çıkarması gereken kara leke mesabesinde olan resimlere denk gelmiyordu. O günlere erişmişlerdi belli ki. Ansızın bir kare dikkatini çekti. Gözlerini kıstı ve yaklaştırdı resmi kendisine… Bir dakika. Fotoğrafı albümden çıkarması gerekti zirâ resimlerin üzerindeki jelatin yer yer bulanık hale getiriyordu resimdeki yüzleri. Eline aldı ve yaslandı arkasına. Neydi onu bu denli huzursuzlaştıran?

 

On ikinci yaş gününe ait bir fotoğraftı bu. Görür görmez hatırladı. Kutlanılan ilk doğum günüydü çünkü. Resimde onun kalbini acıtan, ağzının kurumasına sebep olan, soğuk soğuk terleten bir ayrıntı vardı fakat ne olduğunu kavrayamıyordu. Tek tek resimdeki çehreleri inceleyip onlar üzerine belleğini kurcalayacaktı ki aniden anımsadı, hissetti, bildi ya da ne denirse buna. Tepeden inme bir surette belleği yüzüne çarptı bu elem verici hatırayı. Aycan’dı onu soğuk soğuk terleten. Mahalleden arkadaşıydı. Belkıs Hanım ona katlanamıyor fakat kızcağızın elle tutulur bir kabahati olmadığı için de kaldırıp atamıyordu. Onda annesini hatırlatan bir şey vardı. Zaman zaman “Annemin kızı ben değil de o olmalıydı“diye düşünürken bulurdu kendisini. Aynı özensizlik aynı utanç verici doğallık Aycan’da da vardı nitekim. Doğum günü sabahı arkadaşlarını kapı kapı dolaşıp evlerine davet ederken, onlara Aycan’ı çağırmadığını, doğum günü partisini ağızlarından sakın ola ki kaçırmamalarını  sıkı sıkıya tembih etmişti. Onlar da peki demişlerdi zira Belkıs’ın bu tuhaf hallerine alışkındı çocukcağızlar. Fakat ne olduysa olmuş Aycan davetten haberdar olmuştu. Çalan zile şevkle koşan Belkıs’ın kapıda Aycan’ı görünce rengi atmış ve duygulardansa, en önce utanç gelip çöreklenmişti yüreğine. Belkıs utanmış, hicabından kekelemeye başlamıştı. Aycan da mahcuptu. Son anda haberi olduğu için Sebe Melikesi’nden izler taşıyan Belkıs’a layık bir hediye getirememiş, çözümü ise en sevdiği kalemini bir yaş daha aldığı için Belkıs’a armağan etmekte bulmuştu yavrucak. Belkıs’ın alı al moru mor hâlini neye vehmetmiş olacaktı ki telaşa kapılıp hediyesi olan kalemi hemen kapı eşiğinde verivermişti. Ya Rabbi! Annesi işte hemen hemen Aycan yaşlarda, Aycan gibi kara kuru, ahu gözlü bir kızcağız olsaydı o da bunu yapmaz mıydı? Tam da bunu yapardı. İstenmediği yere gitmeyecek kadar gururlu olamadığı gibi pervasızca gidip aldırış etmeksizin gönlünü şen etme gamsızlığını da gösteremezdi. İnsana kendisini nasıl da gaddar ve merhametsiz hissettirirlerdi ah! Böylesi insanlar ne ağır bir yük olmuştu Belkıs Hanım’ın gönlüne. Hem de uzun bir ömür müddetince… Gözleri sızlıyordu Belkıs Hanım’ın. Devam edemeyeceğini anlayıp, titreyen elleriyle albümü kapatırken gözü, yağmurun seyrini oturduğu yerden rahatlıkla takip edebilmek için perdesi çekilen pencereye takıldı. Şaşılacak bir şey olmuş, daha günlerce sürer diye düşünülen yağmur dinmiş, yerini insana umut aşılayan ve diriliş hissi veren harika bir toprak kokusuna bırakmıştı.

Sayı: Sayı 11

Kategori: Öykü

Yazar: Şeyma Ergöktaş