Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Umut Dükkânı

*Gözlerimdeki ölü bedenleri nereye sığdırayım bir avuç toprağa sığmadıktan sonra.

Kendimden korkuyorum evet, ama beni korkutan insan olamamanın ta kendisi.

 

Allah kahretmesindi. Bu nasıl işti, bir türlü anlayamıyordu. Demek o böyle bir insandı. Bir an evvel baktığı ve başını eğdiği aynadaki aksine başını inanmazca kaldırıp tekrar baktı. Evet, bu gördüğü gerçekten oydu. İnanamıyordu, inanmak da istemiyordu. Uğruna sarf ettiği onca çaba, gördüğü ve korktuğu, görmeye tahammül dahi edemediği  bu biçimsiz şey için miydi sahi? Şaşkındı. Bu işten nasıl dönebileceğini, karşısındaki yüzle nasıl baş edeceğini bilmiyordu. Evet, Allah tekrar kahretmesindi.

Bendeniz aslında ketum biriyimdir. İnsanlar bu yönümle karşılaşınca biraz şaşırıyorlar. Biraz fazla mı abartıyorum belki, bilemiyorum açıkçası. Ama böyleyim işte.

“…”

Karşımdakinin sustuğunu görünce insanı konuşmak zorunda hissettiren o sessizlikle başbaşa kalmıştım. Rahatsız hissediyordum, sanki hareket etmem gerekiyormuş ama ne yapacağımı bilmediğim için hiçbir şey yapamıyormuş gibiydim. Gergin ve tereddüdümü belli eden yersiz bir tebessümle devam ettim.

İnsanlar şeye şaşırıyor aslında. Gördükleri kişiyle gerçekten tanıdıkları kişi biraz farklı geliyor onlara. Gördükleri kişi yumuşak yüzlü, ufak tefek, hayır demeyi bilmeyen, belki de fazla bir uğraşı olmayan, yüzeysel ve şen şakrak biri

Kafasını içinde ne olduğunu bilmediğim ve içeri girdiğimden beri uğraştığı eski defterden kaldırmadan sözümü kesti:

Fazla düşünmeyen biri yani?

Nedense buna çok gülmüştüm. Fazla düşünmeyen mi? Kafamın içinde kaybolduğumu, bazen kendi sesimi bile duymadığımı bilse ne derdi acaba?

Yani…  Öyle de denilebilir.” dedim biraz çekinerek. “Kendimi korumak için bazı yöntemlerim var; herkes gibi.

Artık karşımdaki yüzüme bakıyordu. Bakışları umursamazdı fakat dikkatle dinlediğini anlamıştım.

Kimisi maskelerin ardına sığınıyor gerçeği saklamak için. Kimisi de insanları test eder gibi, meydan okur gibi onlara; ortalığa seriyor kendini.

Sen peki?” dedi.

Bakışlarımı ondan başka her yerde gezdirirken derin bir nefes aldım. Boğazım kuruydu, yutkunarak devam ettim:

Bense… Duvarlar inşa etmeyi tercih ettim. Kalın ve yüksek duvarlar.

Ellerimi dizlerimde ovuştururken kısa bir an durup düşündüm söyleyeceklerimi, zihnimde tarttım yine kendimi defalarca yaptığım gibi. O ise sabit bakışlarında nihayet gördüğüm küçük bir merakla bana bakmaya devam ediyordu.

Uzun süre mutluydum onlarla. Gerekli olduklarına da inandım. Hatta gurur bile duyuyordum duvarlarımın sağlamlığıyla, geçit vermezliğiyle. Şöyle bir bakıp ufak bir ıslık çalıp etraflarında gezmeye de bayılıyordum duvarlarımın.  ‘Heyt be, kimse zarar veremez bana bunların ardındayken’ diye kendi kendime keyiflendiğim çok fazla anım var diyebilirim. Ama… gurur duyduğum bu duvarların sağlamlığını sorguluyorum artık.

Hem gergin hem de utanarak konuşuyordum artık. Tebessümüm genişlemiş mahcup bir hal almıştı:

Az önce… Ne yalan söyleyeyim biri o duvarı geçsin istedim. Geçecek sandım hatta.

Başımı önüme eğdim.

O duvarı zorlasın, aşındırsın… ama incinmeyeyim istedim. O cüreti kendinde gördüğüne dair bir güvene kapıldım. Oysaki hiç tanımıyorum onu. Bu beni ölesiye korkuttu. Kendimden korktum anlıyor musun?

Anlayıp anlamaması umurumda değildi. Bu sorunun gerçek muhatabı bendim. Kısa bir sessizlik oldu. Artık karşımda biri varmış, yokmuş çok da önemli değildi benim için.. Kendimle baş başaydım. İşte tam olarak olmaktan korktuğum yere geri dönmüştüm. Gözlerim karşımdaki duvara takılmıştı.

Kendi kendimle çarpıştım adeta, çok güvendim kendime de duvarlarıma da. Bu kadar kolay mı yıkılır benim sapasağlam duvarlarım? Eğer bunları kendim yıkacaksam ne anlamı var duvarlarımın? Neden bu denli bir kibre kapıldım, neden inandım bu kadar?

Ateşli bir hastalığa yakalanmış gibi hissediyordum. Öfkeden başım dönüyordu. Kendimi yargıladığım bu soyut mahkemede hararetli bir demeç veriyordum. Uzun bir aradan sonra karşımdaki sessizliğini yeniden bozarak:

Ama bir dakika. İznin olmadan o duvarın yıkılması daha mı iyi yani?” dedi

Ama o zaman suçlu ben değilim.

…Ama incinen sensin.

Ama inciten ben değilim.

Peki ya bir gün sen incitirsen?

Duraksadım.

Kendimle nasıl yaşarım kardeşim o zaman, kendi yüzüme baka baka, utanmadan nasıl yaşarım? Hem dövüp her sevemem kendimi. Ama ya bazen dayağı hak ediyorsam? Ya bazen sevilmeyi hak etmiyorsam? Ama herkes sevilmeyi hak etmez mi? Dünyadaki tüm çirkinlikler sevgisizlikten çıkmıyor mu zaten? Sevgi ne garip bir şey, hatta galiba yaratılmış en tuhaf şey olabilir.

Aaah, boş ver.

Omuzlarım düşmüştü.

Çıkamayacağız bu işin içinden bir türlü belli.

Hani nerede, ben göremiyorum?

Boşver belki de iyileşince görürsün.”

Ya göremezsem?

Orada olduğunu biliyorsun ama.

Göremediğim bir şeyin orada olduğunu nasıl bileceğim, nasıl emin olacağım bundan?

Hissedersin zaten. Ama emin olamazsın.

Peki… Nasıl olacak o zaman?

Dükkânın içi loş, sarı bir ışıkla aydınlanıyordu. Ahşap raflar eskimiş ama düzenliydi. Zeminden tavana doğru yükselen kitap kuleleri, rafları dolduran ne olduğu bilmediğim kavanozlanmış bitkiler bir de arkada çok eski bir zamandan kalmışçasına çalan garip bir müzik bu sahneye eşlik ediyordu. Sanırım dükkândaki en yeni şey benim varlığım olabilirdi. Deminden beri önündeki yıpranmış deftere bakıp bi şeyler çiziktiren, benimle sanki zorla muhatap olan adam- ya da neyse artık- bana baktı. Bakışları sertleşti, sabır dilenir gibi yukarı bakıp derin bir nefes aldıktan sonra:

Yahu kardeşim sen ne aradığını söylesene? Aradığını bulacağından emin olsan niye umuda ihtiyaç duyasın?

Sustu, hafifçe arkasını dönüp raflardan bir şeyleri kontrol ettikten sonra tekrar bana döndü.  “Hem sen ne aradığını biliyor musun ki?

Oturduğum yerde rahatsızca kıpırdandım.

Önce kendine, sonra neye talip olduğuna bak.

Ses tonu soğuktu artık.

Haddini bil yani.

Bir an donup kaldım. Sonra kapıyı işaret etti.

Şimdi çık git dükkânımdan, haydi.”

 …

Biraz hava almak için dışarı çıkmıştı. Öfkesi dinmiyordu. İşin kötü yanı korkusu da dinmiyordu. Ama buna şükretti, korkusuz bir öfke sahibi olacak kadar nasipsiz olmadığı için. Bilmiyordu, hiçbir şey bilmediğini hissediyordu. Bilinmezlik işte bu korkuyu salıyordu yüreğine. Eve de dönemiyordu. Evde o vardı. Gerçi kendiyle olduğu her yerde o vardı. Bunu düşündükçe sıkıldı, sıkıldıkça içine doğru büzüldü sanki. Nefes almak çok zor geldi o an. “Neyse…” dedi kendi kendine.

 “Yürü.

Yürümeye devam etti. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Epey yürüdü. Dağa taşa baktı. Çiçeğe böceğe bir de. Ağaçlara ve yollara da. Bir de sıralı dükkânlara. Biri ilgisini çekti. İlgisi dükkânın kapısını çekti, baktı ki girdi içeri.  İçerisi hiç de ilginç değildi. Umduğunu buldu, bulduğuna şaşırdı, çıktı dışarı. İçeri girerken de  iyi değildi dışarı çıkarken de. Ama bir fark vardı. İyi olacağına inanıyordu. Eve döndü, önce aynaya sonra ayaklarına baktı. Aynada da ayaklarında da yaralar gördü ama kendine zaman verdi.

Şu yaralar iyileşene kadar, dedi.

Şu yaralar iyileşene kadar…

Bil mek mi se ni

Yok sa bil me mek mi dir

İ çim de ki ni…

 

 

Sayı: Sayı 12

Kategori: Öykü

Yazar: Melike Nur Coşkun