Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Taş Düşürme Merkezi

Turşucu Kazım Efendi mahallesi; iki bayır arası, bir çıkmaz sokaktan müteşekkil değildi sadece. Dilli dilsiz mevcudatın, zıp zıp zıpladığı, hop hop oynadığı kayıp Nuh adasıydı. Merkezdeki konak ise bu adanın yerlisi… Bilmem hangi padişahın bilmem hangi sadrazamının torunuydu, silsilenin son halkasını tanımak yeterli. Burada arkadaşlık hukuku da komşuluk ilişkisi de daima bir olaya bağlıydı. Mahallede doğum olur, bohçalar toplanır; ölüm olur, çadırlar kurulurdu. İşte, böyle zamanlarda mahalle sakinleri birbirlerine, gözlerinin kıyısından bakıverir de kimin kiminle arkadaşlık yaptığı ortaya çıkardı. Yoksa; kimse, kimseyi tanımaz, herkes kendi halinde geçinir gider. Öyle zamanlar olurdu ki; kimse kimseyle karşılaşmak istemediğinden evden çıkarken kapı dürbününden karşı komşusuna bakar, eğer karşıdan çıkan yoksa evden çıkılırdı. Binaenaleyh, Ekmek Teknesi’ndeki gibi bir mahalleymiş gibi aldanılmaya… Hele, aşağı mahalleye fabrika kurulmadan önce ne ağaçlar yetişirdi buralarda; ceviz, erik, elma… Şimdi tek bir ağaç kaldı mahalleye sığmayan. Dalları üç evin penceresini de örten karadut ağacı, pek bereketli değildi bu mahalleye. Dini bütünlere bakılırsa cinler oturmuş ağacın dallarına, o yüzden bereketsizmiş bu kadar. Gulyabani de görülmüş mü bari? Gazinocu Sano, eczacı Şebnem az beklemedi bu ağacın hasadını. Şarabı, şurubuydu derken kalır mıydı mahallenin çocuklarına. Zaten çocuklarda tenezzül etmezdi karaduta, tek bir ağaç, onca çocuğu alır mıydı dallarına?  Deli Dumrul gibi dururdu mahallede. Ne çocuklara geçit verirdi ne de bayram sabahları konağa gelen makam araçlarına. Gelen milletvekilleri ve parti başkanları araçlarını öte mahalleye bıraktırır, konağa kadar kâh halkı selamlamlıyor gibi kâh esnaftan alışveriş ediyormuş gibi yürürlerdi. Konağın sahibi artık mahçup olmaya başlamıştı bu durumdan, diğer iki evdeki kiracılar ise çoktan söylenmeye başlamıştı; ağacın yapraklarından börtü böcek eve hücum ediyor, gecenin rüzgarıyla dalların cama tıkırtısı uyutmuyor diye. Ağacın kökten kesilmesi kaç defa düşünüldüyse de gazinonun ve eczanenin hatırına göz ardı edildi. Gazinocu neyse de aslında Şebnem’in âhı tutarda bir hastalık vurur mahalleye, maazallah onun bu duttan yaptığı şuruba muhtaç kalırız korkusuna ses çıkarmıyorlardı. Bu korku olmasa hem devlet erkanının geçişini kolaylaştırmak hem de yuvalanmış cinlerin şerrinden korunmak için çoktan derdest edilmiş olurdu.  

Partilerin bayramlaşma programları bir ay öncesinden belli olurdu bu memleketin siyasetinde. Gidilecek yerlere haber salındıktan sonra, bir ay boyunca sadece evde hazırlıklar yapılmaz, mahallelere de sirayet ederdi bu telaş. Çocuklar harçlık ve hediyelerin hayalini kurarken ev alacak olanlar kredi için siyasetçiler arasından gözüne kestirdiğine kefillik teklif eder; esnaf, turistlerin ilgisini bu mahalleye çekmek için reklam isterdi. Kulaklara akıtılan habere göre bu bayram iç işleri bakanı konağı ziyarete gelecekti. İşin rengi, belediyenin bu haberi almasıyla değişti. Aslına bakılırsa çocuklar için değişen pek bir şey yoktu, gelen siyasetçinin çoğalması onların harçlık ve dağıtılacak hediye sayısını artıracağından hayalleri daha da süsleniyordu fakat yetişkinler için belediye başkanının gelmesi bakana ulaşmayı zorlaştıracaktı. Sokaklar yıkanıyor, eskimiş çitler ve kaldırımlar onarılıyordu. Konak sahibi ile belediyenin iş birliği en sonunda makam araçlarının geçiş güzergahına vardı, yazılan dilekçe ile karadutun kesimi böylece kesinleşti. Eczacı Şebnem’in gönlünü almak, çok da zor olmamıştı; verilen özel izin ile belediyenin botanik bahçesindeki dut ağacının hasadı, Turşucu Kazım Efendi Eczane ’sine devredildi. 

Bayrama bir hafta kala kesilecek ağaç için hazırlıklar tamamlandı. Ağacın devrileceği yön hesaplandı ve vincin duracağı yer tespit edildi. Sabah başlanacak olan kesim için tek yapılacak şey, karadutun civarındaki evlerin tedbir amacıyla boşaltılmasıydı. Fakat, sabahın derin sessizliğini bozacak makineler geldiğinde umulmadık bir sorunla karşılaşıldı, mahalleye taşınalı bir yıl bile olmayan fotoğrafçı Rasim Bey sırtını ağacın gövdesine dayamış, ayaklarını uzatmış öylece oturuyordu. Zaman zaman dükkânı açık bırakır gelirdi bu ağacın altına da hiç yere oturduğu görülmemişti. Toprağın ve kaldırımın buluştuğu yer çok dardı. Ayaklarını topraklı kısma sıkıştırır, kafasını dikerdi yapraklara. Uzaktan bakınca tırmanacakmış gibi bir izlenim verirdi ama hiç ağaca çıktığı görülmemişti. Kesim için toplanan ekibin ricası; zamanın ilerlemesiyle emre, sonra da tehdide dönüşmüştü. Zabıta, polis, belediye işçileri onunla bekliyordu. Birkaç kişi kolundan tutup kaldırmayı denese de yemin billah edip kendisini kaldıranların çocuklarıyla imtihan edilmeleri için beddua ediyordu. Cinli dut diyorlar, tedbirli olmak gerek! Ya tutarsa? Vakit öğleyi çoktan geçmişti, sorunu çözemeyen zabıta müdürü çözümü, belediye başkanına bildirmekte buldu. Başkan, iki özel adamıyla mahalleye geldiğinde öncelikle halkın gözünde zalim bir başkan imajı çizmemek için Fotoğrafçı Rasim Bey’le konuştu. Başkanın görevlilerden farklı olarak “neden burada oturduğunu” soruşu Rasim Bey’in hoşuna gitti. İnsanlar konuşa konuşa… İlk önce belediye başkanından çevresine bakmasını ve buradan başka bir yerde yaprak görüp görmediğini sordu. Fotoğrafçının niyetini anlayan başkan kendisini savunmaya almıştı bile. Yaptırdığı parkları ve bahçeleri hatırlattı. Cevaben, fotoğrafçının dudağını sağa doğru alayla büküşünü görmemeye çalıştı. Rasim Bey, başkanın savunmasını; ya belden aşağısına felç inmiş Serap Abla ne yapacak dercesine, karşı dairenin penceresine gözlerini mühürleyerek kesti. Bu suskunluğu fırsat bilen belediye başkanı getirdiği özel adamlarını yanına çağırdı. Adamlar, fotoğrafçıyı çırpınışlara rağmen kucaklayıp ambulans benzeri bir araca yerleştirdiler. Mahalleli bu duruma ses çıkarmamıştı çünkü hem ağacın kesilmesini istiyorlar hem de cinlere karışmış zannettikleri Rasim Bey’i, aralarına düzelmiş olarak dönmesini istiyorlardı. Bu yüzden taş düşürme merkezine götürülmesi; onun için mahallenin kendisine yapmış olduğu bir iyilik, bir yardımdı. 

Yol boyunca kafasının içinde taş olmadığını ısrarla haykırmasına rağmen deli olmadığını ve cinlere karışmadığını inandıramadı. Merkeze vardığında ilk gördüğü siyah önlüklü adam, kendisini hazır bekliyordu. Hastayı sandalyeye oturttular. Son bir umutla siyah önlüklü adama olayı anlatmaya, haklılığını ispatlamaya çalıştı. Adam, bunları bir sanrı olarak dinledi ve işlemleri başlatacak olan o sihirli hareketi yaptı.

Bayıldığının ve ayıldığının farkında değildi Fotoğrafçı Rasim Bey. Elini, kafasına götürdüğünde sargının altındaki deliği seçebiliyordu. Delik açılmış, delilik taşı aranmıştı. Tam bir hafta, her gün, o delikten tekrar tekrar arandı delilik taşı; fakat siyah önlüklü adamın şaşkınlığına ve ısrarına rağmen bulunamadı. Merkezdeki görevlilerin de bayram tatiline çıkması için izin verilmişti zaten. Bu durumu daha fazla devam ettiremeyen siyah önlüklü adamda salmıştı Rasim Bey’i. Turşucu Kazım Efendi Mahallesi’ne dönüşü sessiz de olsa komşularının Arife sabahları mezar ziyaretlerine gidecekleri ân; göz göze, yüz yüze geldi onlarla. Herkes yarı korku yarı heyecanla bakıyordu fotoğrafçıya. Doğrudan dükkanına yöneldi, cebinden düşüp düşmediğine emin olamadığı anahtarları aramaya başladı. Kapının önünde aramaktan vazgeçti. Pencerenin sövesine sakladığı anahtarı çıkardı. İçeride, banyo odasındaki fotoğraf makinesini alıp herkesin bakışlarıyla, eski Karadut ağacının bulunduğu şimdi ise kaldırım taşlarıyla düzlüğe kavuşturulan noktaya geldi. Taşlardan birini sökmeye çalıştı. Bir yandan çevresine bakınıp taşları birbirinden ayırmak için demir çubuk aranıyordu. Çok uzun sürmedi taşları yerinden oynatması. Yeni serilmiş olan taşlar daha yerine bile oturmamıştı. Ayağının ucuna koyduğu fotoğraf makinesini, kuma bulanan eliyle aldı. Ölü bir bülbülü, mezarına koyarcasına gömdü makineyi. Üzerine de söktüğü taşları eskisi gibi yerleştirdi. 

Sayı: Sayı 04

Kategori: Öykü

Yazar: Reyhan Özsoy