Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Tarık Nedir Bilir Misin?

Gözünün nuru torunlarını tek tek, uzun uzun kucakladı. Sıvası dökülmüş, doğup büyüdüğü ve dahi yaşlanana değin nice hatıralar biriktirdiği kerpiç binaya yorgun bir bakış attı, öyle bir baktı ki sanki bu son bakışıydı geçip giden ömrüne. Talebesi olan genç müderris Ahmet de bunun farkındaydı ve onun da içini bir hüzün kapladı. Sabah namazını köyün efradıyla kıldılar, selamlar ve dualar eşliğinde şehir merkezine doğru yola koyuldular. Müderris Ziya Efendi dağıyla taşıyla, kuşuyla kuzusuyla hemhal olduğu köyünden ayrılırken sürekli minibüsün penceresinden yolu seyretti ve yol boyunca bir defa olsun konuşmadı. Anlayana halet-i ruhiyesi dinlemek için yeterdi.

Medreseye vardıklarında tüm talebeler avluda toplanmış hasret kaldıkları hocalarının yolunu bekliyorlardı. Evvel genç müderrisler tek tek Ziya Efendi’nin elini öptüler, ardından talebeler de özlemlerini gidermek üzere tek tek sarıldılar hocalarına. Pilavlar yendi, çaylar içildi, öğle namazı öncesi sohbet halkası kuruldu. Müderris Efendi pek çok nasihatte bulundu talebelerine. Tarık suresinin ilk ayetlerinden dem vurdu sonra:

Azizler, Allah bizleri bir çeşit su parçasından yaratmıştır. O su parçası ki milyonlarca hücre arasından bir hücredir. Nutfe dediğimiz o hücre ilerler, ilerler ve varması gereken menzile nice badireden, uzun süren bir yoldan sonra varır. O buluşma, o varış insanın hikâyesinin başlangıcıdır. Allah milyonlarca ihtimal arasından bir ihtimal ile insanı var eder. Karanlığı delip gelen tarık gibi insan da küçücük bir umudun sonucunda halk edilmiş olur. Canlar, Tarık suresinin başında, semaya ve tarık’a yemin edilir ve Allah-u Azim-üş Şan sorar: “O tarık nedir bilir misin? Tarık, karanlığı delen yıldızdır.” Yani umudun diğer adıdır, varoluş ve dahi diriliştir.

Talebelerden biri parmak kaldırarak araya girdi merakla ve çekinerek:

Hocam, necm de yıldızdır ve biliriz ki tüm yıldızlar geceleyin ortaya çıkar, hepsi de karanlığı delip geçerek ışığını bize ulaştırır. Tarık ve necm arasında bir fark var mıdır?

Müderris Efendi talebesinin bu güzel sorusu karşısında gülümser:

Ömrüne sağlık Selman’ım, çok yerinde bir soru sordun. Kâinatta göz ile görünen bir şey yoktur ki mana aleminde bir karşılığı olmasın. Tarık için yapılan yorumlardan biri de Allah’ın tarık ile vahyi kastettiğidir. Vahiy, içi dışı karanlıklara mahkûm kalmış insanlık için o karanlığı delen bir hidayet kaynağı, bir yıldız, bir aydınlıktır. Yıldızlar nasıl yol gösterirse manevi semadan gelen hidayet de insanın karanlığını aydınlatır. Öyledir ki güzel gençler, umudunu hiçbir hal ve şartta yitirmemesi gereken Müslümanlar, yani bizler vahye sımsıkı sarılmalıyız.

Ziya Efendi son cümlesini bitirir bitirmez elini kalbine götürdü, gözleri yavaş yavaş kapandı. Müderris Ahmet yerinden fırlayıp hocasını düşmek üzereyken tuttu, muhtemeldir ki kalp krizi geçiriyordu. Ambulans çağrıldı ve apar topar hastane yolu tutuldu. Genç talebeler ne olduğunu anlayamamış, gözleri yaşlı, yeni kavuştukları hocalarını bu defa da hastaneye uğurlamışlardı. Zahiri, son bir defa hocalarına sarılmış, son bir kez dilinden dökülen güzel kelamlara kulak vermişlerdi. 

Genç müderris hocasıyla birlikte hastane yolundaydı bu sefer de. Ziya Efendi’nin çehresi beyaza bürünmüş gibiydi. Gülümsüyor, dilinde “la ilahe illallah” zikri durmuyordu. Yavaşça gözlerini açtı ve talebesine seslendi:

Ahmet’im, bana hakkınızı helâl edin, tüm canlarıma söyle onlar da helâl etsin.

Ahmet gözyaşlarını tutamadı, hocasının elini alıp öpmeye başladı:

Öyle demeyin hocam, öyle demeyin, iyi olacaksınız biiznillah.

Müderris Efendi zorlanarak devam etti:

Cancağızım, bizim köydeki Kınalı’nın yavrusu olacak Allah nasip ederse, yumurtadan çıkmazdan köye var, tilkiler dokunmasın diye kulübeye sakladım Kınalı’yı. Var git ki yavru bülbül doğanda havasız, güneşsiz kalmasın.

Genç müderris başıyla olumlayarak bunları düşünmemesini ima etti. Ambulansta yapılan ilk müdahalelerin ardından sedye üzerinde Müderris Efendi’yi anjiyo bölümüne aldılar. Tüm talebeler yavaş yavaş toplanıyor, hocanın seveni sayanı kim varsa duyar duymaz hastanenin yolunu tutuyordu. Anjiyo kısa sürmüş, ardından hoca yoğun bakıma alınmıştı. Durumunun kritik olduğunu belirten doktorlar ümitvar olunması gerektiğini söylüyorlardı. İki gün geçmiş, hocanın durumunda bir değişiklik olmamış, ziyarete de bu süre içerisinde izin verilmemişti. Kalabalığın azalmaya başladığı bir anda Ahmet’in aklına Kınalı geldi. Hocasının emrini geciktirmeden yerine getirmeliydi ama hocasını yalnız bırakamazdı. Düşündü, düşündü ve doğru olanın Ziya Efendi’nin emrini yerine getirmek olduğuna karar kıldı. Tez vakitte gidip gelecekti.

Köye vardığında eve gitmeden direkt kulübenin olduğu tepeye çıktı. Kulübenin kapısını açtığında karanlığa boğulmuş içeriye aydınlık süzülmeye başladı. Kınalı Ahmet’i tanıyordu ama ona rağmen kanatlarını kabartıp yavrusunun içinde bulunduğu yumurtayı korumaya başladı. O sırada çatırtı sesleri gelmeye başladı. Ahmet bu muazzam sahneyi izlemek için kenarda bir yere çömeldi ve karanlıklar içerisinden çıkıp gelen o narin bedenin minik gagasıyla yumurtanın kabuğunu parçalayışını seyretti. Müderris Efendi ölümün pençesinde iken Kınalı’yı saklayarak yavrunun hayatını kurtarmıştı. Genç müderris şahit olduğu bu muazzam olayı düşünüyor, ölümün eşiğinde bile hayatı koruma içgüdüsünün Allah tarafından verilmiş bir haslet olduğunu içinden geçiriyordu. 

Kınalı yumurtadan çıkan yavrusunu tamamıyla kuruladı. Genç müderris daha da vakit harcamadan yavruyu ve annesini sıcak ve güvenli bir yere götürmek için hamle yaptı. Kınalı çekingen davransa da müderrisin yavruyu almasına izin verdi. Ahmet tepeden inip köydeki eve geçti, Kınalı da onu takip ediyordu. Evin avlusundaki rüzgâr vurmayan ağaçların arasına bir battaniye yerleştirdi ve küçük yavruyu da üstüne hafifçe bıraktı. Kınalı yavrusunun yanına vardı ve kanatlarıyla sarmaladı. Artık yavru Allah’a ve anneye emanetti, genç müderris apar topar dönüş yoluna koyuldu. Minibüse doğru giderken Kınalı gökte şükran şarkılarını icra ediyordu.

Müderris, Ahmet hocasının emrini yerine getirdiği için mutluydu, gönlü rahatlamıştı. Ancak hastaneye geri vardığında karşılaştığı sahne onu derinden etkilemiş, gaflete düşmesine sebep olmuştu. Ziya Efendi vefat etmiş, başsız kalmışlardı. Ahmet için dünyanın artık anlamı kalmamıştı, hocası yoksa ne yapabilirdi? Medresenin, ilim yolculuğunun manası birden kaybolmuştu. Ahmet dünyaya küstü, insanlara küstü, talebelerine dahi küstü, ümidini yitirdi ve inzivaya çekildi. Hayatının geri kalanını uzlette, çilehanede geçirecekti.

Günler haftaları kovaladı, gözlerine gaflet perdesini çeken genç müderris sudan başka bir şey içmez oldu. Gece gündüz namaz kıldı, zikre durdu, Allah’a kendisini hocasına kavuşturması için dua etti. Bir seher vakti elini açmış küçük pencereden kaybolmakta olan mehtabı seyretmekteydi. Mehtap kaybolup gök kızıllaşmaya başladığı bir zamanda penceresine bir kuş konuverdi. Bu hayatını kurtardığı yavru bülbüldü, büyümüş özgür kanatlarıyla genç müderrise umut olmaya gelmişti.

Ahmet elini yüzüne sürüp “âmin” dedi. Hayran hayran, yaşla dolan gözleriyle bülbüle baktı ve sayıkladı:

Ey özgürlüğün sembolü, hayatın mucizesi hoş geldin. Hocamın kokusunu getirdin, onun ruhundan bir parça ile geldin. Onun ölümünden hayat bulan güzel bülbül, bilir misin neden insanın ruhu sana, bir kuşa benzetilir? Çünkü insanoğlu ancak uçanı tutamaz, kanatlanıp uçtu mu ruh, geri gelmez bir daha, başka alemlere göçmüştür.

Bülbül cevaben ötmeye başladı. Genç müderris mest olmuştu. Ahmet’i mest eden bülbülün sesinin güzelliği değildi, hakikatti. Zira sesinin güzelliği hakikati şakımasındandı. Mest ü divane olan genç hülya alemine daldı. Rüyasında hocasını gördü:

Ahmet’im, nedir bu gaflet hâli? Bize bu hâl yakışmaz aslanım. Kişiler gelip geçicidir, onlara aldanma ve asla bağlanma. Hiçbir yokluk seni umutsuzluğa sürüklemesin. Biz Müslümanız. Umutsuzluk bize yakışmaz. Unutma ki cancağızım, şartlar ne kadar kötü olursa olsun, her hâl bizim aleyhimize dahi olsa ümidimizi kaybetmemeliyiz. Şu öten sürgün kuşu sana sürgün şairinin sözlerini her daim hatırlatsın: “Müslüman Allah’tan umut kesmeyen insandır, Allah ise her şeye Kadir’dir, hiçbir ümit kalmamış dahi olsa, Allah onu değiştirir, bizim hayal bile edemeyeceğimiz bir yere yine getirebilir.” Pencerenden süzülen güneşe bak ve umutsuz olma. O güneş ki bir tarıktır. Her gecenin sonunda usanmadan karanlığı delip ortaya çıkar ve aydınlatır, ısıtır.

Müderris Ahmet Efendi gözleri yaşla dolmuş bir şekilde uyandı, tere boğulmuştu. Hemen pencereye baktı, gitmişti. Gözlerini sildi, her hâle şükürler olsun, dedi. Doğruldu ve çilehanenin kapısını uzun bir aradan sonra açtı. Avluya çıktı, sessizliğin ve ölümün çöktüğü avlu canlandı, karanlığı delip gelen bir yıldız avluyu aydınlatmaya başladı…

Sayı: Sayı 12

Kategori: Öykü

Yazar: Abdulmelik Bayir