Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Sulh

Başını öne eğdi, kasketini komodinin üstünden alıp kel başına geçirdi. Evin kapısını hafif aralık bırakıp yola düştü. Ezan okunuyordu. Camiye yetişeceğinden emindi. Çünkü bu yolları kırkı’ndan sonra milim milim ezberlemişti. Camiye, uzunlu kısalı, her sokakta dallanarak büyüyen, devasalaşan ihtimallerin, istikametlerin arasından yirmi beş yıl boyunca hep aynı güzergâhtan gidip geldi. Yolda önünden geçtiği evlerin eski silüetlerini, daha yapılmadan önceki çorak hâllerini anımsıyordu. Oralarda yaşamış, taşınmış komşularını, ahirete intikal eden, cenaze namazına katıldığı arkadaşlarını hatırlıyordu bazen. Bazen hatırlıyordu, çünkü alışmanın insan nefsine zerk ettiği masum  gaflet perdesi vardı kalbinde. Otuz beş yaşında yaptırmıştı bu evi. Alaylı bir inşaat ustasına evin planını çizdirmiş, inşaat işçileri getirtmiş, para bulup buluşturmuş, yakın akrabalarından borç almıştı. Evini bitirip ailesiyle yerleştiğindeki sevinci hâlâ tadı damağındaydı.

Öğle namazını eda etti. Tesbihatı hep yolda çekerdi, evin kapısına vardığında biterdi. Çıkarken aralık bıraktığı kapıdan eve girdi. Evin, iki yaşlı insana yetecek kadar bir bahçesi vardı. Ancak her geçen yıl bahçesi biraz daha daralıyormuş gibi hissediyordu. Deli zannedip durduracak olmasalar, alıp eline metreyi ölçmeyi, hatta duvarı yıkıp sokağın yarısını bahçeye katmayı bile düşünüyordu. Bahçenin köşesine yerleştirilmiş bir masa ve iki sandalye vardı. Yazlarını burada geçirirdi. Eve sadece uyumak için girerdi, çünkü dışarıda sivrisineklerden dolayı uyuyamazdı. İçeri girdiğinde hanımı mutfaktaydı. Selam verdi salondan içeri, artık kim alırsa. Hanımı, “Aleykümselam, Allah kabul etsin bey,” dedi. “Âmin,” dedi içinden. Evin içi soğuktu. Dün akşamki kargaşanın, kavganın, sövüşmelerin bir izi, bir tınısı, bir yanık tütsüsü kalmıştı sanki. Şefika’yı sordu hanımına, bir ihtiyacı var mı diye. “Ben hallettim,” dedi hanımı. Şefika, torunuydu. Aklî engelli, kendi halinde bir kızcağız. 16 yaşında. Oğlu ve gelininin dünkü kavgasından ötürü kızcağızı bırakmamıştı hanımı; oğlu belki döver, bir şey yapar diye. Dışarısı esiyordu. Oturma odasına geçti, kanepeye oturdu, soluklandı. Şefika, misafir odasında kendi halinde eğleniyordu. Tiz ve gür, yarı anlamlı, yarı anlamsız neşeli sesi geliyordu Şefika’nın. “Bizim aklımız başında da ne oldu?” dedi içinden. Gözleriyle kendini hayıfladı. “Ulan gidi! O kadar okuttum, bir dediğini iki etmedim. Bu yaşattığın bize reva mı be?” Artık içinden taşıyordu düşünceleri, fısıldıyordu. “Seni o kahve köşelerine giderken kulağından çeke çeke getirecektik evine. Hata bizde! Kahve köşesinde edindiğin arkadaştan ne bekliyorsun? Böyle ayyaş, sarhoş olursun işte!” İçi, dün oğlunun yüzüne söyleyemediklerinden yanıyordu sanki. Hayalinde oğlunu düşlerle ete kemiğe büründürüp azarlayıp azarlayıp gönderiyordu. Sonra yeni şeyler gelince aklına, oğlunu tekrar düşünde karşısına getirip yeniden azarlıyor, her şeyin düzelip yuvalarının eski hâline geldiğini hayal ediyordu. “Eşine, kızcağıza yazık be. Senin gibi bir herifi iki yıl çekti. Her akşam eve geç gelmeler, üzerine sinmiş leş gibi sigara kokusu… Şefika’yla mı uğraşsın, senle mi uğraşsın? Haklı kız, haklı tabii koşup bize gelmeye. Başka nereye gitsin? Yetim, öksüz büyümüş kıza da mahcup olduk senin yüzünden.” Durmuyordu yüreği. Halının desenine dalmış gitmiş, etrafındaki sesleri bile duymaz haldeydi. Oğlunu akşam evden kovduktan sonra uyku tutmamıştı. Sabah namazına kadar evin içinde gezindi. Gelin de bir arkadaşının yanında kaldı. “Yuvayı yıkmak gerekiyordu artık. Kimseye bu zulüm reva değil,” diye düşündü. Oğlu boşanmaktan yana değildi. İstemese de mahkemeye gidecekti gelin zaten. Eğer bu işe razı gelmezse mahkeme kararıyla boşanacaklardı. “Sulh ile yıkılsın ne yıkılacaksa. Kavga dövüşün lüzumu yok,” dedi. Hanımı yanına gelip, “Sağır mı oldun?” diye bağırınca irkildi. Kafasını “Ne var?” dercesine uysalca salladı. “Akşama yemeklik fasulye lazım. İkindiye çıktığında getiriver, olur mu?” dedi. “Tamam,” dedi. Kanepede sağına kıvrıldı. İkindiye kadar kestirdi.

İkindi okunuyordu. Evden çıktı. Kapıyı yine aralık bıraktı. Yirmi yıldır kullandığı herhangi bir yolu seçerek yine camiye gitti. Namaz çıkışı manava uğradı. Manavcı çay ısmarladı. Oturdular, dertleştiler. Dün akşam olan olayların tüm mahalleye yayılacağı ilk durak bu manav oldu. Manav, eşine anlatacak, eşi yan komşusuna, o başka birine… Fasulyesini, birkaç da mevsimi olan meyveden Şefika için aldı. Yola koyuldu. Adımları her geçen yıl daha da yavaşlıyor, daha bir kamburlaşıyordu. Küçülüyordu, büzüşüyordu. “Olacak olacağına varır. Sulh ile yıkılmalı ne yıkılacaksa,” dedi içinden.

Gök kurşun rengiydi. Yağmur, kinlenen bir çocuk gibi bulutların arasında bekliyordu sanki. Sonra ilk damla düştü. Peşi sıra üç, dört… Yer nokta nokta olmuştu. Yağmurun içini tutuşundan anlamıştı: “Sağanak başlayacak,” dedi kendine. Ve bir anda tüm hiddetiyle sağanak başladı. Cadde üstündeki insanlar kızgın demir üzerine dökülen su tanecikleri gibi kaçışıyor, ıslak toprak kokusu ciğerlerine doluyordu. Kafasındaki o kadar düşünce, o kadar keder de bu sağanakla ıslanıyor, yumuşuyordu sanki. Yağmurun yağması rahatlatmıştı içini. Ama hastaya verilen bir narkoz gibi etkisi geçip silikleştikçe; aynı döngü, aynı keder, aynı koyu efkâr tekrar çökecekti üzerine. Bu hissi, bu yaşına kadar kaç defa yaşadığını o bile saymamıştı. Cadde üzerinden caminin bulunduğu sokağa döndü. Sağanak bastırmıştı. Sokağın kenarlarından rögarlara akıp giden yağmur sularına bakarak caminin şadırvanına sığındı. “Sağanak biraz dinsin,” diye düşündü. Çeşmenin karşısına abdest alacak insan için konulmuş tabureyi çekti altına, oturdu. Caddedeki kaçışan insanları düşündü. ‘Ahir zaman…‘ diye geçirdi içinden.

Sayı: Sayı 11

Kategori: Öykü

Yazar: Mümtaz Özlen