Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Sadece Tanrı İz Bırakmaz

Ettiği itirafların, ama daha çok, Harun’un o sonsuz merhameti ve aptallık derecesindeki saflığı karşısında titreyerek tavandan zemine uzanan dağınık kütüphanesinin en alt rafından Feyruz’un plağını çıkardı. Başı dönüyor, midesi bulanıyor ve doğru düzgün nefes alamıyordu. Yaşadığı adrenalin bile ölmesine yeterdi, ama hayır, böyle planlamamıştı! Kendi kendini öldürecekti.

Birbirine çarpan dizleriyle pikapa ilerleyip plağı yerleştirmeye çalışırken gözü Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi’ne takıldı. Bu kadar çok kitabın yazılmasına küfretti ve Harun’un dediğine geldi: “İnsanlar birbirinden ne istiyor, hiçbir zaman anlamadım.”

Titreyen ellerinin ona yaşattığı zorluk ve Harun’un ona her an bir şey yapabilmesinin korkusu içinde sırtı yarı Harun’a, yarı pikapa dönük şekilde kendisine tepetaklak durmuş bakan  Feyruz’un gözlerinde Büyükderbent’in deresini gördü. Derede yüzerken plağa su sıçratmadan onu pikapa yerleştirmeyi ve çalıştırmayı başardı. Yaşadığını tahmin ettiği oyalanmada Harun ona nasıl saldırmamıştı bilmiyordu, ama cevap, onun da cinnet geçirme derecesinde bir öfke ve şaşkınlık yaşadığı olmalıydı.

Konna Netlaka odanın tüm duvarlarında titrerken “Y-yükseldiğinde…” diyebildi zar zor. Sonra, işemeye başladı. Güldü. “S-sanki… B-bunun olacağını… Bilmiyormuşum gibi… Gitmiştim… Tuvalete…”  Yutkundu. “Çünkü bilirim… Ben her şeyi bilirim… Bilirdim… Sanırdım… Bez takacaktım… Bu kadar zavallı görünmeyeyim diye… Ama daha zavallıcadır… Zavallıca… Bir bebek beziyle bulunmak…”

Bir adım atıp çalışma masasının çekmecesini açtı, içinden silahını çıkardı, sırtı Harun’a dönük sandalyeye oturdu ve silahı sağ şakağına dayadı. Silahın kabzasını sanki yaptığı her şeyi düzeltebilmesi onu sıkıca kavramaktan geçiyormuş gibi sıkıca kavradı ve işaret parmağını tetiğe yerleştirdi. 

“Sana bıraktığım parayla ona en güzel uçurtmayı al.” dedi. Kaç kere kekeledi, kelimeleri yuttu, dediği ne kadar anlaşıldı, anlaşıldı mı, bilmiyordu. Ama ekleyebildi:

“Ona en güzel uçurtmayı al… Ve tetiğe bas.”

***

Aldanmak korkusu içinde

Sürekli birbirlerini aldatırlar.

-Şükrü Erbaş, Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?

Katil, cinayetin üzerinden ona kurtulması imkânsız bir hastalığın semptomuna ya da engeline benzer şekilde eklenen “bir şeyi yapmadan önce iyice düşünme ve hareketleri ve sözleri en aza indirgeme” özelliğiyle yaşamaya kısa bir süre önce başlamış olsa da, bu zaman zarfında bu “huyuyla” hayatının en yoğun ve yorucu günlerini yaşadığını “bilinçaltında” biliyordu. Öyle ki, yüzüne sıçramış kan görüntüsünden, her an yakalanma korkusu ve herkesin ne yaptığını bildiği ve polislerin tüm dünyada onu aradığı vehmi onun andaki halini düşünmesine fırsat vermiyordu. Daha kötüsü, yaşadığı tüm bu anormalliklerin anormal olduğunu bilip bunların anormal olmadığına inandırma ve bunların yansımasını normale dönüştürme eğilimlerinin, onu ele verecek asıl şeyler olduğunu bir içgüdüymüş gibi sezmesi ama tüm bunlara bir çare bulamıyor oluşuydu. Her an hayatının bitecek olması ve o olmadan kız kardeşinin başına daha beter şeyler gelebilecek olması ihtimali bu çaresizliği daha da derinleştiriyor ve hatta içine düştüğü çukurda en olmaması gereken yerde olmasını bile sağlıyordu: mesela bir dedektifin evinde…

Diken üzerinde oturduğu koltukta davetiyeyi nereye koyacağını bilemeyerek elinde tutmaya karar verdi. Bunun bir diğer nedeni de -ki muhtemelen temel sebebidir- ardında hiçbir şey bırakmamaya çoktan adapte olmuş olmasıydı: Bazen düşüncelerini bile sanki başkaları fark edebilecekmiş gibi bir yerlerde bırakmamaya çalışıyordu. 

Zekeriya elinde çay dolu cam bir kupayla geldi ve misafirinin önüne bıraktı. Ondaki gerginliği fark edip arkadaşını rahatlatmak istercesine kaşlarıyla davetiyeyi işaret ederken

“Arkasında neden ‘Zach’ yazdığını ve bu davetiyenin neden sana da geldiğini merak ediyorsundur sanırım.” dedi. Misafiri gülümsemeye çalıştı. Zekeriya’nın bir dedektif olarak kendisini çabucak anlayabileceğinin elbette farkındaydı. Rahat bir şekilde arkasına yaslanmaya çalışırken: “Evet, açıkçası biraz öyle…” dedi. Her şeye cevap vermenin de kendini ele verebileceği en büyük hatalardan biri olduğunu henüz bilmiyordu.

Zekeriya “İlk olarak davetiye geçen cumartesi içindi,” diye girdi konuya. Davetsiz misafirinden hoşlanmamış gibiydi. Devam etti:  “Tabii sorun değil… Anlıyorum ki eline geç ulaşmış ya da geç açmışsın… Sorun değil. İlkokuldakilerle 2-3 senede bir görüşür, onları evime, buraya davet ederim. Gizli tutarız bu görüşmeleri, çağırmadıklarım hemen alınırlar çünkü, bilirsin, köylü huyudur… Ama sonra, bir arkadaşım bana senden bahsetti. Geçen sene hem anneni hem babanı hem de erkek kardeşini kaybetmişsin. Başın sağ olsun… Sonra, kendime, neden seni de bu görüşmelere çağırmadığımı sordum. Hiçbir sebebi yoktu. Evet seninle yakın değildik ama seni severdim…” Zekeriya arkasını yaslandı, bir ayağı yere basarken bir dizini bükerek koltuğun üzerinde kendine doğru çekti ve başını geriye atarak avucunun içine yerleştirdi. Derin bir sohbete hazırlanıyor ya da bunu istiyor gibiydi.

“Zach yazıyor çünkü Dedektif Zekeriya kulağa biraz komik geliyor. Şahsen ben hayatımdaki en büyük karmaşıklığı Dedektif Zekeriya’ya değil Dedektif Zach’e teslim etmek isterdim.” Kendisi dediğine gülerken misafiri de kaşlarını “Yaa… Tabii…” der gibi gülümseyerek kaldırdı ve elindeki davetiyeyi yanına bırakarak çayına yöneldi. Bu eylemi yaparken içinden bir yandan “Ya… Bir cinayetin içine karıştığında tanımadığın, hele de gâvur ismi olan birinden davetiye almak ne kadar komiktir bilemezsin.” derken bir yandan da elinin titrememesi için beynine komut veriyordu: “Titre, titre, titre…”

Çayını yudumladı. Ağzını herhangi bir şeyle kapadığı anlarda kendini daha güvende hissediyordu. Dedektif devam etti: “Tabii arkadaşlarla aramızdaki bu ‘Zach’ esprisini bilmediğinden içine adımı soyadımı da yazdım.” dedi kaşlarıyla yeniden davetiyeyi işaret ederken. 

Katil, sohbetin nereye evrileceğini bilemez halde telaşlanmaya başladığında, buraya gelmeden önce her şeyi ağırdan almaya karar vermişse bile, birden bu evden ve Zekeriya’nın karşısından bir an önce kurtulma isteği içinde apar topar kalkıp hiçbir açıklama yapmadan dış kapıdan çıkacak oldu. Buraya gelme nedeni başta ona çok mantıklı gözükmüştü, üstelik bunun Allah’ın bir lütfu olduğunu bile sanmıştı, şimdiyse, daha önce hiç planlamamış gibi, aklındaki soruyu bir katilmiş gibi gözükmeden nasıl soracağını yeniden tasarlamaya başlamıştı.

“Ee,” dedi Zekeriya. “Bana sormak isteyeceğin hiçbir şey yok mu?”

Katil telaşlandı. “Sana ne sormak isteyebilirim ki? Ne demek istiyorsun?”

“Bir şey demek istemiyorum? Dedektif olduğumu öğrenince insanlar hep soru sorarlar. Sen istemiyor gibisin, ona göre bu bahsi açacak ya da kapayacaktım.”

“İnsanlar ne soruyorlar?” 

“Genellikle en zorlandığım işleri.”

“Anladım… Sanırım ben daha farklı bir şey sorardım.”

“Ne gibi?”

“Sen bir cinayet işleseydin, bunu nasıl yapardın? Ve… Nasıl saklardın?”

Zekeriya, soruyu bir hayli beğenmiş gibi alt dudağını dışarı doğru çıkardı ve cevap verdi: “İlk olarak… Her cinayet ardında mutlaka bir iz bırakır. Sadece Tanrı iz bırakmadan bir şeyi var veya yok edebilir. Ama bu demek değildir ki biz insanlar için bir cinayet işleyip yakalanmamak ve bundan sadece senle Tanrı’nın haberi olmayacak olsun… Ha, bir de kurbanın tabii, ama bilirsin, o… Ölmüştür.”

Katil, Zekeriya’nın “senle Tanrı’nın…” dediği yerde ürperdi.

Ardından Zekeriya, ses tonunu hesaplayıp konuşmasının akışında soruya cevap vereceğini misafirine hissettirerek “Ben her şeyi hesaplayabilen biriyim,” dedi ve bir tirada başlayacakmış gibi derin bir nefes alıp devam etti: “Demek istediğim, her şeyi… Bir cinayetin en iyi nasıl işleneceği ya da nasıl saklanacağına gelmeden önce bazı kurallar vardır. Bunlara çok dikkat etmek gerekir. İlki; cinayete iten sebeptir. Bir cinayet işleyeceksem eğer düşünürdüm: Bu sebep gerçek bir sebep midir? Eğer sebepse, beni sebep olduğuna inandıran şeylere bakarım. Biz dedektiflerin işinde benzer bir kural vardır: İpuçları, gerçekten ipuçları mıdır yoksa bizlere öyle mi düşündürülmek istenmiştir? Ya da bu kural bağlamında, düşündürülmemizin istendiği mesajı vermek suretiyle düzenlenmiş gerçek ipuçları mıdır? Her şeyin yalan olduğu ihtimaliyle yaşamak aynı zamanda kendisinden şüphe edilmeyen bir gerçekle yaşamaktır. Benim dünya tasavvurumda bu gerçek “kendi gerçekliğimi” oluşturmaktır. İç içe geçmiş dünyalar, diğer dünyaları hakimiyeti altına almak isterler. Çünkü her insanın içinde Tanrı olma isteği vardır. Savaşlar bunun son raddesidir. İnsanlar ancak o zaman bu hüküm savaşına karşı gelirler, çünkü Tanrı’lar ölmez. En azından bu kadar basit bir şekilde, bir mitolojiden falan bahsediyorsak eğer,” Durdu, muhatabının yüz ifadesine bakıp alay eder gibi güldü: “İki rekât namaz kıl der gibisin.”

Katil, dedektifin dediği şeyleri anlamaya çalışırken bir yandan da iyice düşen motivasyonunu toparlamaya çalışıyordu. Ondan net cevaplar isterken kendisini birden felsefe dersinde bulmuştu ve yakalanması an meselesiyken bu saçmalıkları dinleyecek vakti olduğunu sanmıyordu. “Hayır hayır, seni dinliyorum…” dedi yalandan ve ekledi: “Sadece dediklerinin sorumla ne alakası var, anlamaya çalışıyorum.”

Zekeriya biraz öne doğru eğildi ve ellerini göğsünde birleştirdi. Derin bir nefes verdi: “Her şeyin her şeyle ilgisi var, dünyalarımız gibi.” Biraz durdu, ardından devam etti: “Hiçbir şey birden olmaz… Hiçbir şey tesadüfen olmaz. Dünyamız gibi… Bu sefer içinde yaşadığımız dünya ama… Fiziksel olan…” Zekeriya, misafirinin gözlerindeki heyecansızlığı görünce toparlandı ve ilk defa birinin doğru soruyu sormasıyla anlatacağını sandığı hayat felsefesini saklamaya karar verdi. Düşüncelerinin bu kadar değersiz olduğunu düşünmüyordu. Ses tonunu değiştirerek “Yangın güzel bir iştir.” dedi. Misafirinin gözlerindeki şaşkınlığı görünce gözlerini devirecek gibi oldu. Sorusunu hatırlatırcasına “Bir cinayeti…” dedi ve ekledi: “Saklamak için.”

“Ya… Peki silah?”

“En kötü işlerdendir. Yeterince iyi planlanmadıysa…”

“İyi plan nasıldır ki?” dedi katil, -ki ekini aklını hiç böyle işlere yormamış gibi gözükmek için son an eklemişti. Zekeriya hemen “Bu yüzden Tanrılardan bahsediyordum.” dedi iğnelercesine. “İyi ve kötü, tesadüf ve plan, ruh ve beden… Hepsinin bir mantığı vardır…” Misafiri istediği cevapları ancak böyle alabileceğini anladığında sabretmeye karar verdi.

“Yüzeysel yaşamak, histerik de yaşamak demektir. Histerik yaşamak hayatı senin değil, duygularının yaşamasıdır. Duygular yanıltır. Sezgiler şaibelidir. Nesnel olan kesindir. Hayat bir cinayet gibidir… Dünyalarımız gibi, kazanan ve kaybeden, fetheden ve boyunduruğa girenler vardır. Kazanmak için hayatın Tanrı’sı olmak gerekir. Böyle konuştuğumda abarttığımı düşünenler oluyor… Oysa “sağlıklı” bir iradeyle aralarında çok ince bir çizgi var. Evet, aynı değil, ama derecelendirme, birçok yeni kavramı, durumu ve şartı ortaya koyuyor. Hayatları üzerinde fazlaca tasarruf sahibi olduğunu düşünenler, zamanla kendi hayatlarındaki her sonuçtan kendilerini sorumlu tutmaya başladıkça, kendi hayatlarının Tanrı’sı olduğunu düşünmeye başlarlar. Çok bildiğini düşünmek… Çevresindekilerin de Tanrı’sı olması gerektiğini düşünmek, daha patolojikse, zaten öyle olduğunu düşünmektir… Fazla kaygı, kendinden fazla eminlik, fazla korku… Hepsi iradenin değil, bu hâlin tezahürleridir.” Ayağa kalktı. “Bu yüzden bilmenin değil, hesaplamanın yollarını bulmak mühimdir. Hesaplamak demek, yüksek ihtimal doğruyu bilmek için, yem atmak demektir. Hesapladığın şeyde oyuna getirilemezsin, ama kendini oyuna getirebilirsin… Getirebilirmişsin… Ve yanıltıcı olduğunu düşündüğün duygunu, bazen yenemezsin. Yanıltıcı olduğunu bile bile, kendini ateşe atarsın… Öyle ki o ateş, vicdanındaki ateşten daha serindir.” Zekeriya odanın bir köşesine dalan gözleriyle muhatabı tarafından incelendiğini hissetse de kendisini toparlamadı ve bir süre öylece durdu. Gözlerini ona çevirmeden dudağının bir kenarını isteksizce yukarı kaldırarak ekledi: “Adamakıllı bir cevap istiyorsun, değil mi?” Ayağa kalktı. “Bugünden sonra… Sokaklarda özgürce gezeceksin. Çünkü 3 dakika sonra buradaki ölü, bir cinayeti ve bir intiharı üstlenecek.” Gözlerini ona çevirdi. 

“Para Polenezköy’de gömülü…  Ama en önemlisi, korkma. Necla’ya hiçbir şey olmadı. Kötüsüyse, yanılmışım…” dedi sesi çatallaşırken. “Vicdanını hesaplayamazmışsın.”

Kütüphaneye ilerledi. 

“İyi planın nasıl olacağını sormuştun… Gel sana göstereyim.”

***

Necla o gün, her cuma uçurtma uçurduğu Mehmet amcanın evinin yakınındaki geniş orman yolundan her zamanki gibi mutlu bir şekilde evine dönemedi. Gözlerini açtığında gördüğü eski pirinçten avize, bilinci yerine geldikçe fark edebildiği yerin konumu ve kıyafetlerinin ve saçının başının haliyle küçük yaşından dolayı neler olduğunu anlayamamış ama kötü bir şeyler olduğunu sezmişti. Gözünden dökülen yaşlarla titreyerek Mehmet amcanın evinden çıkmak için uçurtmasını yerden aldı, odadan çıktı ve direkt gözüne çarpan, herkesin yaz-kış gece-gündüz demeden açık olduğunu bildiği mutfak kapısından kendisini dışarı attı. Bunu yaparken Mehmet amcaya rastlamaktan korkmuştu, ancak doğru anladıysa, Mehmet amca evde uyuyor ve oldukça sesli bir şekilde horluyordu.

Neler olduğunu hatırlamıyordu, en son sanki biri gözlerini kapamıştı ama hiçbir ses duymamıştı, Mehmet amca bu kadar atik olabilir miydi? Daha doğrusu, Mehmet amca bu kadar âdi olabilir miydi?

Her yeri titreyen Necla eve giderken bunları düşünüyor, uçurtmasının tahtasını küçücük elleriyle sımsıkı tutuyordu. Birilerine rastlamaktan da korkuyordu, ama onun için o an en korkunç olan, bunları abisine nasıl anlatacağıydı. Ne olduğunu o da bilmiyordu, ama dünyası başına bu kadar yıkılmışken bunu ne kadar saklayabilirdi? 

Eve geldiğinde zar zor kapıyı tıklattı ve abisinin o her zamanki şefkat dolu yüzüyle karşılaştı. “Hoş geldin Necla’” dedi, sonuna normalde “m” de eklerdi, ama Necla’nın hâlini görünce donakaldı, ekleyemedi, birkaç saniye öylece durdu. Necla “abi” diyemeden feryat figân ağlamaya başlayınca, abisi onu hızlıca içeri aldı ve omuzlarını sarstı. Neler olduğunu öğrenmek istiyordu, ama bir yandan, hiç de istemiyordu. Artık yapılacak tek bir şey vardı…

Abisi Necla’yı eve kilitledikten sonra “canı” Mehmet amcasının evine doğru yol almaya çoktan başlamıştı. Belindeki ağırlık o an ona büyük bir emniyet hissi veriyordu. Oysa o zamana kadar insanların birbirlerinden ne istediğini hiçbir zaman anlamamıştı.

Rıdvan, tüm bunlar olurken sonucu beklercesine, dedesinin evine yakın kahvehanede okey oynuyor, sahildeki arsanın hayalini kuruyor, bir yandan da bu onun hakkıymışçasına, dua ediyordu. Fazla arsızlık Tanrı’ya bile nüfuz ederdi, bilmezdi, aslında, inanmadığını da bilmezdi… İnandığı tek şey bir ölüm haberi ya da silah sesi olacaktı, ve o haber geldi: köyde iki el ateş sesi duyuldu. Bir an sevinçten, telefona sarılıp teşekkür edecek oldu, ama o bunu yasaklamıştı. Zabıtalar köye ulaştığında ve Mehmet amcayı yatağında vurulmuş bulduğunda, soruşturmalar çoktan başlamıştı.

***

“Vahiy meleğinin adı nedir?” Soru, Polenezköy’ün ormanında duyulduğunda, Rıdvan, Harun’un kısık sesle verdiği “Cebrail” cevabını bağırarak dedesine cevap olarak iletti. Bir şekeri hak etti. Zekeriya, bir köşeden ikisine baktı: Ya kazanacak ya da kaybedecekti.

***

Tetiğe erken bastı ve ekledi: “Bak gördün mü… Bunu da hesaplayamadın.”

Sayı: Sayı 08

Kategori: Öykü

Yazar: Zeyneb Rabia Aktüre