Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Oyunun Kuralları Gereği

Ona alıştım. Onun bana alışıp alışmamasını dert ediyorlar ama mühim olan bu değil. Ben ona alıştım. Karşımda güvensiz duruşuna, beni daha iyi anlamak için ya da tatlı olduğunu anlamam için çenesini avuç içleriyle kapatıyor olmasına, kalabalık bir caddede yanımda yürürken geride kaldığımda tam dönmeden gözünün kenarıyla attığı bakışa, sırf benimle buluşacak diye abarttığı makyajına, üşüdüğü zaman iliklemediği paltosunun iki yakasını yine iliklemeyip birbiri üzerine atmasına, baş parmaklarının küçüklüğüne ve yassılığına, aynı ortamda farklı yerlerde bulunurken onu izlediğimi düşünüp yaptığı kurlara, sözlerimi zihninde süzüp süzüp gözlerini bayıp bayıp ‘ama sen de…’ deyişlerine, dişlerinin sıralı gidişlerine ve vedalaşırkenki hızlılığına alıştım. 

Bunları kimseye safdillikle söyleyemem. Kime ne diyeceksin? Dediğin elinde ufalanıyor. Sözlerin daha ağzından çıkarken irili ufaklı yalanlara dönüşüyor. Tamam öyle ama düşündüğün gibi de değil’ler çoğalıyor. İnsan dese çok şey diyecek ama diyemiyor. Bazen tüm bu çaresizlik içinde herkesin zihnine düşündüğümü gösterecek ufak sinema göstergeleri yerleştirmek gibi ucuz bir fikre kapılıyorum. Anlatmaya başladığımda herkesin o sahneyi izlediğini hayal ediyorum. Çözüm mü? Değil. Çünkü mimiklerden, jestlerden, durup düşünenlerin durup düşünürken aslında ne medet umduklarından, gerçekten bir şey umup ummadıklarından, hayatı bu derece anlama boğmanın makul olup olmadığından anlayacaklar mı? Anlamayacaklar. Göstersen dahi görmeyecekler. İnsan tecrübesi kadar kusurludur. Edindiğinden başkasını aramaz. Aradığı da yarın kusura dönüşür anlamaz. Ne acı. 

Çok bildiğimden değil bilmediğimden yazıyorum. Kendimi de anlamış değilim. Herkesle farklı konuşuyorum. Bir ortam yok. Semih abi beni iyi bilir mesela, sevecen ve zekiyimdir ona göre, Aslı Hanım için de öyleyimdir. Ama Zekai Bey sevmez beni, ona göre de zayıf ve çelimsizimdir, iş beceremez ve cahilimdir, Hülya abla için de öyleyimdir. Semih abiyle senli benliyim. Beni çok özgüvenli bulur, keşke sen gibi olsam Murat, der, öyle deyince daha da açılır yücelirim, hep aradığım cesareti eme eme bitiririm. Seninle buluşmalarımıza o cesaretten bir şey kalmaz. Kalanı da yolda eritirim. Heyecanımı sana olan ilgime ve aşkıma yoracağını bilirim, oyunu kurallarına göre oynar, yine de yenilirim.

Aslı Hanım kibardır. Sürekli bamya, kereviz, ahududu, böğürtlen, çilek, nar ve bilmediğim ne çeşit meyve-sebze varsa onlardan bahsedip uzun uzun anlatır. Okuduğu yazıları, denediği tarifleri, yapamadığı yemekleri hiçbir detayı atlamadan, sıkılmadan, sıkıyor muyum diye düşünmeden, tüm mimiklerini kullanarak, özellikle pişirme ve doğrama sahnelerini kolları ve elleriyle canlandıra canlandıra anlatır. İştahımı artırır. Ne demişse ondan bir tabak, -sen de yersin değil mi-, iki tabak almak isterim. İyice kısık olan gözlerini açıp kapatırken zorlanır ama yemeklerin lezizliğini anlatırken bundan gocunmaz. Gözünü açıp kapatır. Defalarca. Her biri, her şeyiyle birlikte en az dört saniye sürer. Sayarım. Sayarken gözlerimi kısarım. Aslı Hanım yemeğinin lezizliğini düşündüğümü sanır. Oysa ben göz kapaklarının buruşukluğunun göz altlarına değip değmediğine, ne zamandan beri o buruşukluklarının olduğuna, geçen sene gelmeyen kızı ve torunlarının bu sene gelip gelmeyeceğine, iki yıl evvel eşinin ölümünün devriyesinde dağıtılan helvanın bu sene yine yapılıp yapılmayacağına, ne kadar da yaşlandığımıza, hayatın acımasızca geçtiğine, daha dün balkondan beni seyreden annemi az sonra çalımlayarak atacağım golle nasıl gururlandıracağımı düşlerken şimdi onun yanına kazdırdığım mezarın genişliğini ayarladığıma, hayatın çok nankör olduğuna ve göz kapaklarının durulduğu anda Aslı Hanım’a odaklanıp anı yakalıyorum. ‘Ellerine sağlık, eminim hepsi çok güzeldir.’ 

Gayet iyi başlamış ve bize kalacak, hafızamıza kalacak, her şeyin silindiği ve unutulduğu gün sadece ikimizde duracak güzel şeylerden bahsederken birden neden pusulayı kendime çektim bilmiyorum. Ama hatırlamak biraz böyle bir şey ya hani. Seninle olan anılarımızı deştikçe iş bilmezliğimi – Zekai Bey’i haklı çıkaracağım neredeyse-, cahilliğimi -kendimden yana hiç merhametim yok- hoyratlığımı görüyorum. Kendime acıyorum. Hiç mi iyi bir şeye rastlanmaz diye kendime dönüyorum. Var ama, derinde de olsa buluyorum. Şimdi bulsan ne işine yarayacak derdin, arayıp da bulamadığım yün çoraplarım için, giy birini git işte. Oysa bu öyle bir şey değil, bulamayınca kendimi, sana bile gelemiyorum.

İnan, sana ne anlatılır hiç bilmiyorum, annen ve baban sen doğduğunda hatta sen daha annenin karnında dönüp duruyorken sana ne anlattılar merak ediyorum. Senin, onların konuşmalarını duyduğunu öğrenmeden önceki kavgaları sayılmaz, annenin hangi endişede seni tuttuğu sayılmaz, otobüste dalgın bakışların altındayken annene yer vermek için bir bir ayağa kalkanların inceden inceye söylendikleri şeyler de sayılmaz; onlar doktordan ya da artık doktordan bile değil, instagramdan senin onların konuşmalarını duyduğunu öğrendikten sonra ne anlattılar sana? O önemli. Ondan sonra hiç kavga ettiler mi mesela, annen endişelendiğinde eli sana gitti mi ya da? Otobüslere gelince… İnsanlar birden çoğaldı Ceyda, onları bu konuda suçlayamayız, son zamanda daha bir farklılaştılar, artık hepsi akıllarını hiç kaybetmemek için yaşıyor. O yüzden yine söylenmişlerdir. Bakmayalım şimdi ona. Elimizde ne var? Sana anlatılanlar, senin duydukların? Hatırlıyor muyuz peki ne duydun, ne dendi sana? Sana ne anlatılır gerçekten hiç bilmiyorum Ceyda. Bana çok şey anlattılar pekala, ama hiçbiri aklımda kalmadı. Muhtemelen sana anlatılanları da sen bir bir hatırlamıyorsundur. O zaman sana, olup bitenleri anlatmanın ne anlamı var? Eninde sonunda bunları da unutmayacak mısın?.. 

Hiçbir şeyden anladığım yok. Azıcık halden anlasam bari. Olmuyor, başaramıyorum. Seninle konuşurken kendi kendimle konuşurkenki rahatlığımı arıyorum. Ben kendime anlatsam yine de dinler misin beni? 

Aklım hâlâ orada. Gideceğim. Yün çoraplarımı bulamasam bile kendimi bulmalıyım. Lazımım. Daha sana bakacağım…

Zekai Bey’den bahsetmeliyim şimdi. İçimde ah oldu, Zekai Bey’e kendimi tam olarak tanıtamadım. Görev bilincim yüksektir, sen de biliyorsun. Bana ne denilse onu en iyi şekilde yapmak isterim. Oluşacak kusurları kendime dert ederim. Mümkünse geceleri bile çalışırım. Yeter ki o iş olsun da bir şekilde olsun, ama sakın ben engel olmayayım. Benim yüzümden bir aksaklık yaşanmasın. Aksi gibi, öyle olmadı. Zekai Bey’in sorularına karşılık veremedim. Hepsini biliyordum üstelik, aklımdaydılar. Dile dökemedim. Anlatamadım. İçimde karışık bir halde duruyordu bildiklerim. Onları düzenleyip söyleyemedim. Oysa bilmiyor muydum, tabi biliyordum. Rezil oldum. Aslında biliyordum da şimdi siz sorunca birden anlatamadım düzgünce, de diyemedim. Zaten tam da böyle olmuştu ve Zekai Bey’in bunu benim söyleyip söylemememden değil o an ki davranışlarımdan anlaması gerekiyordu. Biliyorum aptalcaydı, bütün bu kuruntularımın hepsi çok aptalcaydı… Görünüyor. Ayan beyan ortada hatta. Yalnız Zekai Bey’e değil, ondan sonra kime böyle olduysam sonradan değişemedim. Beni bir şey sanmadılar, bazıları bendeki bu hali hızlıca kavrayıp bana acıdı, bilmediklerimi kendilerine sorup cevapladılar, (şu durumda ne yapıyoruz, bunu yapıyoruz), bazıları da bu avanaklığın affı yokmuşçasına üzerime yüklendi, karşılaştıkça yüzleri ekşidi, konuşmadılar benimle. Hani seninle muhatap olmaya gerek bile yok, der gibi. Akıllarını koruyan insanlardı işte bunların hepsi. Ben bunların hiçbirini sevemedim Ceyda. Gerektiğinde çok ciddi gerektiğinde çok duygusallardı, ama çok da korkaklardı, o “gerektiğinde”yi tam vaktine getirmenin sıkıntısındalardı. Semih abi öyle değil, Aslı Hanım da. Onların yanında çok iyiyim. Zihinleri benimki gibi işliyor. Düşünceleri değişip duruyor. Hiçbirini içlerinde tutmuyorlar. Düşündüklerini söylemeden edemiyorlar. Biri eski adli tıp doktoru, diğeri ziraat teknikeri. Bende ne buldular bilmiyorum ama muhabbetimizin tadı başka. Onlarsız çok boş hissediyorum kendimi. Keşke bir gün öleceklerini hiç bilmesem, keşke ben de bir gün öleceğimi bilmesem, hatta keşke sen bile öleceğini bilmesen. Ne iyi olurdu. Çünkü bana yük şimdi. Bir gün ölecekler, öleceğim, öleceksin. Söylesene, ölünce bizi kim hatırlayacak?.. 

Odamda bir masa saati var. Pilleri bildiğin pillerden değil. Küçük yuvarlak bir şey, kron gibi. Ne zamandır çalışmıyor, pilinin değişmesi lazım. Buralarda çok saatçi var, kurduğum düzeni bozarlar diye hiçbirine gidemiyorum. Saçma bir kuruntunun peşinden gidiyorum. Akıl karı değil ama zihnim başkasına çalışmıyor. Olanla yetinelim… Zaman burada böyle durmuşken gelecek nesilleri kabul edelim, el ele verelim, onlara bizi gösterelim, klasik anlatılara murat ile ceyda olarak girelim. İsmimize orta sınıf filmler çekmek isteyen yönetmenlerin aklı karışsın, zor duruma düşsünler, bizi bizden başkası oynayamasın, bizi bizden başkası yazamasın. Bir dosya açalım. Büyük puntolarla yazalım. Biz burada sabitiz zaman, sen durma getir gelecek olanları.

Tüm bunları duymana gerek var mıydı? Yoksa sana da editörüm gibi hazırlanmalı mıydım? Nerelerin üstünü çizerdin, neleri reddederdin? Mahcup olduğumu gördükten sonra bana katlandığın hissini duymamam için bir müddet acı dolu sırıtır, sonra da sarılmak ister miydin? Sormuyorum, sormak akıllı adam işi, düşünüyorum. Başkaca sorularıma verdiğin cevaplar geliyor aklıma benzer tınıda bu düşüncelerimin arasına giriyor ve bunlar bir soruymuş gibi cevaplıyorsun. Aklımı yitiriyorum. Hala konuşuyoruz, ben dediklerimin hepsinde sahiyim, sense hiç demeyeceğin şeyler diyorsun…  

Sait Faik yazdığı bir öyküde sevgilisine etraftan, hayattan, o an ki avareliğinden, fabrikadan, mühendisten bahsediyor ve sonra sevgilisinden güzelce özür diliyor tüm bu lüzumsuz malumatlar için. O özür sana her şeyi unutturuyor, sanki söylenenlerin hepsi söylenmeli sonunda da özür dilenmeli gibi geliyor. Bunu çok iyi başarıyor. Şimdi ben… Murat… Mezarı çoktan kazılmış Murat… Hayatı bir kere zora sokmuş Murat… Sana yaşadığı her şeyi anlatmak isteyen Murat… Her şeyin sonunda senden özür dileyip tüm bu yaşananların anlamlı ve aslında başka türlüsünün de mümkün olmadığını göstermek isteyen Murat… Senin de ona alışmanı, karşındayken takındığı gereksiz cesareti hoş görmeni, elin çenendeyken unuttuğu cümlelerin affını, kalabalık caddeler üzerindeki dükkanlardan başka dükkan bilmeyen, öğrenmek istemeyen o haylaz yanını kabul etmeni, fazlaca üşüdüğünden rüzgarlı havalarda istediğin kadar yürüyemediğiniz caddelerin her taşına bıraktığın hayalini başka yerde telafi edeceğine inanmanı, belirsiz aralıklarla Sait Faik okumanı ve hiç gelmemene rağmen bu sefer sonsuza dek kalmanı istiyor. 

Sayı: Sayı 04

Kategori: Öykü

Yazar: Sefa Fırat