Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Ölünün mü Akıbeti, Ölümün mü?

Zamanın üzerimize hücumunu görmüyor musun? Ellerimiz ceplerimizde bekleyişimizi peki, onu görüyor musun? Dünyanın ölüme hazırlanışını, bir çift göze nasıl anlatabiliriz? Gören göz kalmış mıdır? Aklımızın derinliklerindeki haset, bulanıklık ve iğreti hissiyatları anlayabiliyor musun? Oyalandıklarımız, ayaklarımıza dolaşıyor. Âşık olmaya geldik bu dünyaya. Aşkın adını aldığımızda ağzımıza kirlenen dillerimiz var şimdi. Layık değiliz temiz toprağa yalın ayak basmaya. Oysaki hamurumuz oradan karılmamış mıydı? Yalnızlığa müştak değil, yalnızlığa mecburuz. Çıplak ruhlarımızın yalnız kalacağı gün, yakın çünkü. Ölüme giden yolda kaç adım gitmek haddine düşer insanın ya da aklına mı demeliyim? Ölümü heybemize alıp kaç adım atabiliriz şu dünyada. Ayaklarımız sendelemez, yükümüz ağırlaşmaz mı?

Dünyanın kökünün “edna”dan geldiğini öğrendiğimden beridir bu halim. Ne desem eksik kalacak, ne desem fazlalık olacakmış gibi hissediyorum bu dünya için. Edna; düşük, alçak demek. Öyle mi gerçekten? Ama ben hâlâ annemin yemeğini lezzetli buluyor ve gözlerimi göğe bakmak için değil, soluk almak için çeviriyorum.  Ben hâlâ güneş batmadan evvelki zamanda, insanların koşuşturmaları ile dünya için biçilen bir pay buluyorum onların zihinlerinde. Ve bende o payı taşıyorum zihnimin bir köşesinde. Arî değilim bu çağdan, aksine ruhum bu çağın boyasına boyanmış bir kere. Keskin dişleriyle dünya, ağzının suyu akmış bir yabani gibi canlanmıyor gözümde. Fakat bazı insan sıfatına boyanmışları daha vahşi hayal edebiliyorum. Dünyanın temizliği ya da kirliliği yok bu bağlamda, insanın emanete hıyaneti ve liyakati asıl mesele. Hıyanet eden insan, böylece dünyanın anlamsal köküne bizatihi gövdelik ediyor. İyilerle kötüler hep bir savaş içindedir ya, kelimeler de bu savaşa tarafgirlik ediyor.

Kelimelerin hangi anlamlara geldiğini irdeliyorum. Kelimelerden örülü bir dünya zihnimde, emaneti yüklenmiş varlığımın taşıyıcısıdır. Dünyada, bir daracık alanda alacak nefesime katacaklarım var. Dua devşireceğim bolca. Emek ve hayal ile yoğrulmuş bir ruha, beden devleti ile yardım edeceğim. Üzerimize çiğ gibi yağan hüznü, hasrete çevireceğim. 

Durmaya değil de dururken dolmaya ihtiyacımız var. Yalnız olmaya değil, yalın olmaya ihtiyacımızın olduğu gibi. Ruhumuzun selamete çıkması için hakikatli bir inzivaya çekilmeliyiz şehrin en işlek mabedinin içinde. Uzaklaşırken yakınlaşmalı, aşağıda görülene tamah etmezken yüce olana talip olmalıyız. Ki yüce olan, göğsünde şefkatin tümünü taşımaya meyyal bir yaratılışla yaratılanın yoludur. 

Okumalarımızı düşünmeyişimiz de hesabımıza dâhil. Yalın olmak çabası, dünyadan azade olmak değildir, bilakis dünya avucumuzun içinde ise dünya bizden azadedir. Yalnız bir ruhtan geriye bir sayha nefes kalır yevmiddinde. “Gök yarıldı, yer sarsıldı, ateş ocağa düştü” dediği gibi şairin “ki, ölüm belirsiz, delil; kifayetsizdir.” 

***

Hikâye yazardı dedem. Benim dedem avuçlarında dünyayı tutardı. Bir kitaptı elindeki fakat satır satır yaşardı. Zira o kitap emaneti yüklenenlere yaşamanın en haysiyetlisini gösterebilmek için yazılmıştı. Dedem de bunu bilirdi. Yalnız başına yaşardı fakat kendi evinin soğukluğunda bir sıcaklık saklıydı. Ben küçükken ondan hal devşirmeye giderdim. Fakat bilmezdim hâl ne demek, devşirmek neye denk düşer. Ben giderdim ve sonra dönerdim gerisin geriye. İki çift kelam ederdik sadece. Fakat şimdi kelamın kıymetinin özünden geldiğinin bilincindeyim. Kelimelerin sayılarla arası pek iyi değil. Benim de öyle. 

Yalnızdı dedem, fakat fildişi kulesine saklanmış değildi. Gizlendiği yerler vardı, fakat en çok satır aralarında dinlenmeye kalkardı. Vefatının üzerinden beş sene geçti. Vefat ile vefa arasında bir bağın saklı oluşunu ondan öğrendim.

Ömrümüzün son demlerinde uğraşıp didindiklerimizden önümüze bir dağ biriktiğinde, biz dağın devrileceğini biliriz. Biliriz, lakin bilmenin yaşamak olduğunu idrak edecek halde miyizdir, bilinmez. Bilinen odur ki; bir suda izleriz yansıyan aksimizi ve su akıp gitmektedir. Suya kan karıştığında vakit bitmektedir. Dağın da yolun da doğrunun da doğruluğun da üzerinden nice zaman geçmiştir. Ve geçen zaman bitecek olanın habercisidir.

Ah! Bir göğsümüzün ferahnâk olacağı sesi işitebilsek, deliler kadar akıllansak bir an evvel de dünyanın tortularından bir silkinebilsek. Başımızın üzerinden ekmek kırıntıları yemiyor diye mi kuşlar, bir kulp olur bizden sanışımız? Kulp biz değiliz. Kulba sımsıkı tutunmaya muhtacız.

Sayı: Sayı 05

Kategori: Deneme

Yazar: Dilara Barut