Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Nilüfer Sendromu

O, durgun suda durağan bir nilüferdir. Rüzgârın, fırtınanın, çağlayanın yerinden söküp atamadığı bir mahalin çiçeğidir. Zahmetsiz bir suyun üzerinde, yaşamın en meşakkati alınmış yerinde, karada debeleneduranlara gövde gösterisi yapmaktadır adeta. Onun yerinde olmanın, sakin bir gölün üzerinde boy veren bir nilüfer olmaklığın nasıl bir şey olduğu, en kestirilemez husustur her şeyden önce.

Evvela, hiçbir olay karşısında feveran etmez nilüfer. Mutlak bir dinginlik denizinde galeyana gelebileceği bir vak’a yoktur zira. Gerçekleşmesi imkân nispetinde bir korku senaryosu kaplamaz bu çiçeğin köklerini. Her daim arı, duru his yapraklarıyla doludur gövdesi. Ahvalinden öyle memnun görünür ki nilüfer, karadaki en görkemli çiçeğin bile hasedinden boynu bükülüverir. Toprağın ve suyun ve de bunların kaderini kendi arzusuna göre tayin etme çabasından asla geçmeyen insanın hezeyanlarına mukavemet göstermenin ne olduğunu bilmez bir nilüfer çiçeği. Bu yüzden karanın sakinleri, böylesi bir direnişi neden nilüferin değil de kendilerinin sürdürmekte olduklarını sorguladıkları bir kıskançlık girdabına kapılırlar. Toprağın çocukları büyüme sancıları çekerken, sülün gibi suda yüzen nilüfer doğal olarak şanslı gelir. Göl, onun yükünü çekmekten hiç rahatsızlık duymuyor, nilüferi canıgönülden kucaklayıp, sırtında taşıyor gibidir. Dolayısıyla toprağın tohumları erişince erginliğe, sitem etmeden duramazlar köklerine. Bir su bitkisi mavilikte raks ederken kaygısızca, kurak günlerin acısına katlanmaya yazgılı olan onlardır. Bundan, karadan çektikleri çileden mütevellit, çılgınca suçlarlar atalarını.

Neticede nilüferin mecalinin kalmayacağı bir olgunlaşma döngüsünden, sanki doğuştan azat olunmuş gibi verdiği intiba, her bitkinin sindirebileceği bir durum değildir. Her biri bir şekilde, nilüferin sahip olduğuna kani oldukları bu haşmete, şana karşı kendi kaderine küsebilir. Her birinin, hoyrat yele karşı kopmasın diye savunduğu yaprağı, özerkliğin denize doğru edinildiği sanrısına sürüklenebilir. Kendi konutundan memnun en güzide nebat, yağmur damlalarına hasret kaldığı anda, nilüferin evine gözünü dikebilir. Suda mesken tutan nilüferin, nasıl olup da maviliği bu denli hazmediyor olabildiği, şöhretinden sual olunmayan güllerin dahi celbeder dikkatini. Fazladan suyu yapraklarına sığdıramayarak çürümeye yüz tutan gövdeler, sulak bir mevkide ölmeden durabilen nilüferi acayip bulurlar.

Oysa, bir nilüfer çiçeği de doğanın kanunlarının üstünde bir canlılık planına haiz değildir. Diriliği, yaşama süresi, bir yerleşim yerinin ikliminin, bitki örtüsünün bağlarından kopmuş özgür bir mevsimin çocuğu değildir. Onun tam da sucul karakteri düşündürtür karadakileri, tam da ne batmakla ne boğulmakla suya karşı koymaya mecbur olduğu özü dehşete düşürür temaşa edenleri. Ona en çok edilen muamelelerden biri, bu sakin ve abartısız akışının ardında sinsi bir plan güttüğü yakıştırması olur. Buna göre, ya gizliden gizliye göle süs olma sözü vererek, gölün aklını çelmiş ve onun himayesine girmiştir nilüfer, ya da hasbelkader suyla tanışıp o gün bu gündür onunla bir doğa ortaklığı kurmuştur. Münferit kalmak için de bu ortaklıktan hiçbir kara canlısına söz etmemiştir.

Suyun üzerinde tatlı tatlı bakarken gökyüzüne, onu izleyenlere görsel şöleninin imtiyazlığını açık ediverir nispet verircesine. Bu nispete karşılık, nilüferin kamufle ettiğine inandıkları gizli niyetini ifşa etmek isteyenler, sorgulamayı bırakmazlar. Doğuştan talihli olmanın ötesinde bir iş vardır bu çiçekte, ama ne? Suyun yüzeyinde soluğu kesilmeden durup kalmasının hikmeti, gölün hükümranı olmasından mı ileri gelir? Ya da su mu karar vermiştir ona enginliğini açıp, iltimas geçmeye? Görenlerin sormadan edemediği şey de budur. Nilüfer, gölle nasıl bir anlaşma yapmıştır ki suyun tehdidinden çekinmeksizin yüzüp durmaktadır keyifle? Bu keyfiyetten mahrum toprak bitkileri, bir sendrom misali, sucul nilüferin karakterini ne anlayışla karşılarlar ne kabul ederler ne de affederler. Nilüfer sendromunun en yaygın belirtisidir bu; gelişmek için çaba göstermeyen bir çiçek yaşama hakkına da sahip değildir. Madem nilüfer, yeryüzünün karasına mahkûm kalmayarak başarmıştır mavilikte kökleşmeyi, öyleyse sırrını saklamadan açıklamaya borçludur canlılığa, nasıl nefes alıp verebildiğini. Aksi hâlde nilüferin, suda yeşermeyen her çiçeğe, çabasız izlenimli hayat serüveniyle efsunladığı bir sendrom yaşatması her an mümkün bir vakıadır.

Öyle ya, nilüfer çiçeği sonsuz bir telaşsızlık akıntısında seyreder durur. O, tehlike ve zararın gölgesini hissetmez, zira zerre ziyana uğramayacağı bir imkâna gark olmuş vaziyettedir: Nilüferin bahtı mavidir. Bu bahttan memnundur nilüfer, kaynağından tasalanmaz, “ah bir kara olsaydı yurdum” diye isyan etmez. Göle emanetken, gölden hıyanet gelir mi diye telaşa düşmez. Onunki tam bir teslimiyettir maviliğe. Tevekkülü de budur esasında; suya amenna deyip boyun eğmişken neden bir gün suyun gazabına uğrayabileceğini anlayamaz bir türlü. Karadaki çiçeklerin kabullenemedikleri de bu olur. Nilüfer nasıl oluyor da canının derdine bir kere bile olsun düşmüyor, suyun enginliğine karşı ürkmeden soğukkanlılığını koruyor diye kendi köklerinden şüphe ederler. Bu şüphenin sonunda da nilüfer sendromuna yakalanır, “bahtımız kara” diye galeyâna gelirler. Halbuki nilüfer çiçeği yazgısına tabidir, kendi yerine cephe almadan, diğer yaşayanlardan farkını bilmeye kâmildir. Nitekim karadaki çiçeklerin gözden kaçırdığı husus da budur. Sağ kalmak için yerin-yurdun korkutucu unsurlarıyla kavga etmek, ne ölmemeye ne de sonsuzluğa çaredir.

Sayı: Sayı 09

Kategori: Deneme

Yazar: Rumeysa Akman