Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Mücahitsin Sen Mücahit Kal

Betül Yavuz’a ve Hanne Nur Özden’e sevgilerle.

“1 hafta oldu Necati… Çıkmıyor odasından. Ne yapacağız?”

“Ne bileyim ben Ayşe… Ne bileyim… Anlasam… Bir tutturmuş ‘günah işlemekten korkuyorum’, başka bir şey dediği yok… Nurten hanımlar da sorup duruyor, sorun nedir diye… Büşra da kendisini suçlamaya başlamış, “ben mi bir şey yaptım…”

“Off… Off…. Nazar mı değdi bunlara? Biri büyü mü yaptı nedir…”

“Belki… Hoca çağıralım, okusun Abdullah’ı… Varsa büyü müyü, bozsun..”

“Öyle mi dersin?”

“Başka çare mi kaldı…”

Abdullah konuşulanlara odasında sessizce güldü. “Ya…” dedi kısık sesle. 

“Bozsun…”

***

“Hiç sevilmediğini fark eden bir insan gibiydin.”

Kayra ve İkra, Müneccim

Mavi, her zamanki gecelerinden birini yaşayacaktı, ta ki Karanfil -burada tüm kadınlara bir çiçek ismi takılırdı- kulise girip ‘haberi’ verene dek. Salonla kulisi ayıran perdeyi bir hışım açtığında aynada önce Zambak’ın yoğun mavi farla kaplı göz kapaklarıyla, sonra da kahverengi gözleriyle karşılaştı. Bir an hevesi sönecek gibi oldu, ama sonra aklına bu haberi Zambak’ın acılarını deşecek bir fırsata çevirebileceği geldi ve konuştu:

“Yeni misafirimizi gördün mü…” dedi kendini Zambak’ın yanındaki döner sandalyeye yavaş ve kendinden emin bir şekilde bırakırken. Kısa elbisesine aldırmadan kalçasını iyice geri itti, aynaya doğru eğildi ve masadan bir ruj alıp zaten boyalı dudaklarını bir kez daha boyadı. Göz ucuyla Kader’in vücudunu gören Zambak onun bu hareketlerinin kendisine bulaşacağına dair bir işaret olduğunu anlayacak kadar onu iyi tanıyordu, bu yüzden tırnaklarını daha sinirli törpülemek istedi ama yapmadı: Kader’in de kendisini sezdiğini biliyordu.

“Elinde kitapla gelmiş… Kri… Neydi… Ondan falan yapacağımızı zannediyor herhalde.”

“Kritik,” dedi Zambak dalga geçer gibi. 

“Her neyse işte.”

Zambak başını kaldırmadı, artık törpüye ihtiyacı olmayan tırnaklarını törpülemeye devam etti. Kader aynadan alaycı ve fettan bir tavırla Zambak’a baktı:

“Tam senin seveceğin tip.”

Zambak dudaklarını birbirine bastırdı. Karanfil’in yılan dilinin hedefi olabileceğini o içeri girdiğinde anlamış ve şu muhabbetin olmaması için dua bile etmişti. Ne var ki, Karanfil haklıydı… Aklı yeni gelenle birlikte geçmişine, kurtuluş arayışlarına, hatalarına, pişmanlıklarına ve hayal kırıklıklarına gitmişti. Susmaya karar verdi. Bu kadar yoğun bir zihin mesaisinde Kader’le uğraşacak ne hâli ne de vakti vardı. 

“Ah… O girişini görseydin… Kafasını yerden kaldırmayışı, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyişi, sahneye en uzak, çıkışa en yakın masaya oturuşu… Hele elindeki kitabı masaya koymaya utanışı? Ayol, çok tatlı çocuk!”

Bir kahkaha patlattı. Bu esnada perde esmer parmaklı, tırnakları sararmış bir keş tarafından açılmıştı. Muzaffer’di gelen. Mavi’nin pis sapığı, Zambak’ın en büyük hayranı.

“5 dakika.” dedi, aynadan Zambak’ı süzerken. Bakışları dipten yukarı çıktı, en son ayna üzerinden Zambak’ın koyu gözlerine ulaştı. Bu esnada Zambak elindeki törpüyü tehditkâr bir üslupla ama ‘şerefe’ dercesine havaya kaldırmış, ardından Muzaffer perdeyi savurarak, öfkeyle kapatmıştı. Karanfil’in yüzü asıldı. Zambak’ın olduğu her ortamda görünmez olmaktan, ama daha beteri, ikinci sıraya koyulmaktan nefret ediyordu. Başkası olsa çoktan bir savaş başlatmış ve galip çıkmıştı bile, ama Zambak hakkında duydukları, daha beteri, Muzaffer’in bile ona dokunamıyor olmasından sebep Zambak’a bir şey yapamıyordu.

“Biliyor musun,” dedi Karanfil, öfkesini gizlemeye çalışırken.

“Sen buraya benden daha çok aitsin.”

“Ya…” dedi Zambak alayla. Gözleri Kader’in topuzlu saçlarına gitti: 

“Bunu başına her gün karanfil takan biri mi söylüyor?”

Zambak lafı yerinde söylemenin verdiği gururu yaşarken çok zamanı olmadığından Kader’in öfkesiyle keyiflenmeyi bekleyemeden ayağa kalktı ve dolaptan makyaj temizleyici çıkarıp tekrar yerine oturdu. Kader, öfkeyle ve hızla cevap vermenin yenilmenin bir alâmeti olduğunu bildiği için sakin ve net bir tavırla “Sert kız numaralarını buraya gelen ucubelere yutturabilirsin ama bana değil,” dedi. Duygusal bir tepki vermediğini sanıyordu. Çenesini yukarı kaldırdı ve devam etti: 

“Ne kadar farklıyı oynarsan oyna sen de ben de buradayız ve aynıyız işte.” 

Zambak, elindeki makyaj temizleyiciyi pamuğa dökerken eğik başını kaldırmadan, yalnızca gözlerini yukarı kaldırarak aynadan Kader’e baktı. Aslında bunun yeterli bir cevap olduğunu biliyordu, ama yine de ekledi:

“Aynı değiliz.”

“Ya…” dedi Kader alayla. “Sen yine neden farklısın?”

“Ben sadece şarkı söylüyorum.”

Kader yapmacık bir kahkaha attı. 

“Tabii tabii…” dedi. “Sen pop-starsın da bizim haberimiz yok.”

Zambak içinden bir hasbinallah çekti, sonra göz makyajını silmeye başladı. Bunu yapmasıyla Kader’e gün doğmuştu. Artık içeridekinin Zambak’tan intikam almak için ne kadar değerli olduğunun farkındaydı.

“Ah…” dedi Kader çok duygusal bir film sahnesi izliyormuş gibi. 

“İşte şimdi tam bir ev kızı oldun… Gece 1’de lokalde şarkı söyleyen cinsten…”

Zambak’ın makyajını temizlemesiyle kendisinin yeni gelene daha görünür olacağını sanarak sanki yüzünde boyasız bir yer kalmış gibi masadaki her şeyi yeniden kullanmaya başladı. Zambak, Karanfil’in planını çoktan anlasa da istifini bozmadı ve sadece bir an, aynada gerçek kendisini görmenin huzurunu yaşamak istedi. Karanfil’e sonra cevap verecekti. Gözlerinin derinliklerine baktı… Burada olmaktan, makyaj yapmaktan, kendisini namussuzlardan korumaya çalışmaktan, bunun için farklı biri olmaktan, sert gözükmekten, yumuşak bir şekilde gülümseyememekten, birinin, ama onu güzel olduğu için değil; sadece o olduğu için sevecek birinin saçlarını okşayamamış olmaktan çok, çok yorulmuştu… Derin bir nefes aldı. Kendisine itiraf etmekten çekinse bile, içeridekinin onun kurtuluşu olmasını istiyordu. Daha önceleri de ümit ettiği gibi… Hırsla makyaj yapan Karanfil’e baktı. Onu öyle görünce içi bir an içeridekini koruma refleksiyle doldu, sonra böyle beğenilmeyeceğine dair bir kaygı hissetti, ama son kararını verdi: bir imaj olarak değil, kendi olarak var olacak ve ya istenilecek, ya da istenilmeyecekti.

Uzun, dalgalı saçlarını açtı. Küçük bir kaygının yanında kendisini iyi hissediyordu. Ayağa kalktı ve üstüne başına baktı: Dizinin biraz üstünde siyah, askılı bir elbise, altın sarısı uzun küpeler ve bilekten bağlamalı çok da yüksek olmayan siyah topuklu ayakkabılar… Pek de buraya ait gibi görünmüyordu. Kader’e “En azından senin gibi olmadım…” dedikten sonra arkasındaki dolaba ilerledi ve içinden siyah bir tül alıp omuzlarına attı. Muzaffer onu görünce sinirden çıldıracaktı, hele şarkıyı değiştirdiğini anladığında çileden çıkacaktı, Zambak bu yüzden “eğlence” bittiğinde onunla bir kavgayı göze almak ve bir yerine bir bıçak tıkıştırmak zorunda olduğunu biliyordu, ama tüm bunları umursamadı. Artık ya kendi yolunu bulacak ya da tüm yolları yakacaktı.

“Nasıl olmadın?…”

“Mahalle yanarken saçını tarayan cinsten…”

“En azından ben saçımı tarıyorum. Sen mahalleyi yakıyorsun…”

“Daha namuslucadır…”

“Hayır değildir… Ayartıp bırakmak daha namussuzcadır.”

“Benim kimseyi ayarttığım yok.”

“Ya ya… Mektupların da aynı şeyi söylüyordur eminim… Ya da edilen iltifatlar… Saçılan paralar… Evet evet, senin kimseyi ayarttığın yok.”

Kulisten çıkmaya yönelen Zambak, Karanfil’in dedikleriyle hızla geri döndü ve masadan törpüsünü alıp Karanfil’in boğazına dayadı. Akşama kendini Muzaffer’den bile koruyabileceğinden emin değilken bir de bu boya bidonunu çekecek hâli yoktu.

“Bana bak,” dedi hiddetle, törpüyü iyice boğazına bastırırken.

“Bu törpünün tadına ilk Muzaffer bakar sanıyordum… Biraz daha yoluma çıkarsan ilk sen bakarsın. Sonra sana pamuk değil karanfil takarım… Muzaffer’e de kaktüs.”

***

“Birader sana da elimizi verdik kolumuzu kaptırdık…”

“Sadaka verdik diye Mavi’den vaz mı geçeceğiz… Tamam Müslümanız da…”

Karanfil, şarkısını söyledikten sonra salonun köşesindeki tabureye oturmuş, sinirle içeceğini yudumluyor ve çaprazına, doğrudan Abdullah’a bakıyordu. Şarkı boyunca dikkatini çekmek için yapmadığı şey kalmamış, çareyi en son yanına gidip ona yaklaşmakta bulmuştu ama o da bir işe yaramamıştı: Abdullah sırtını ona dönmüş, sol elini alnına koyarak Karanfil’i kamufle etmiş ve bir şeyler düşünüyormuş gibi yapmıştı. Abdullah Karanfil’i reddedebileceği en nazik şekilde reddetse bile bu, Karanfil’in gururuna feci dokunmuştu. Bugün kendisini değerli hissedeceği tüm yollar ona kapanmış gibiydi. Önce Muzaffer, sonra Zambak… Boğazına dokundu. Ah… Sonra yine Zambak… Bardağı kafasına dikti. O üzgünse Zambak bugün daha üzgün olmalıydı, olmak zorundaydı.

Karanfil büyük bir kinle ve merakla Zambak’ın sahneye çıkmasını beklerken Abdullah, muhataplarına baktı. Karşısında hafiften sarhoş olmaya başlayan bu adamlar iki ay evvel vakfa bağışladıkları paradan sonra Abdullah’tan yarım ağız dua istemişler, sonra da Abdullah’ın davet taleplerini duymazlıktan gelip muhtemelen bu nahoş ortamlara gitmeye devam etmişlerdi. Sonra, bir akşam Abdullah düşünmüştü: “Tüm insanlar O’nun özlemindeyse eğer, onu buralardan uzak tutan şey takvası değil, şeytan olmasındı?”

Abdullah bir yandan bunları düşünürken bir yandan da “Öylesiniz tabii abi…” dedi -ne olursa olsun Allah’ın kapısının onlara açık olduğunu hatırlatmak istemişti- ve ekledi: “…ama nereye kadar böyle gideceksiniz?”

“Mümkünse sonsuza kadar,” dedi biri, yanından geçen kadını baştan aşağı süzerken. Ona gülen arkadaşı cevap verdi: “Eli yüzü düzgün çocuksun, sen girme buralara… Sağ çıkamazsın.”

“Siz ölmediniz ki abi…” dedi Abdullah, onların bu kadın düşkünlüğüne şaşırarak. “Hastalandınız sadece… Herkes hastalanır. Ne zaman çıkarsınız buradan, o zaman iyileşirsiniz.” Suçlayıcı konuşuyormuş gibi hissetti ve düzeltti: “…iyileşiriz.” 

Cevap vermediler. Abdullah, yoğun bir alkış tufanıyla ve fısıldamalarla birinin sahneye çıktığını anladığında bir müzik aletinin çalmasını bekledi ama çalmadı. Şarkı bittiğinde ve alkışlar tekrar başladığında kimseye görünmeden buradan çıkmaya karar verdi: elindeki kitaptan, daha doğrusu, kitabın sahibinden utanıyordu. Geniş salonda pürüzsüz, kendinden emin bir ses duyuldu. Abdullah sesin duruluğuna şaşırdı. Üstelik sese eşlik eden ne bir müzik aleti, ne de bir şey vardı. 

“O giderse, ben varım…”

Söyleyeni merak etti. Hem, zaten buradaki kadınlar ilgisini çekmiyordu ki… Yüzleri makyajdan bile gözükmüyordu. Abdullah’ın ilgisini çekmezdi böyleleri. Bakmaya karar verdi. 

“Zaman durdu sanki..”

Göz göze geldiler. Zambak Abdullah’a doğru ilerlemeye başladı.

“Beklerken seni…” 

Abdullah başını yere eğdi. Yutkundu. İlk bakışta günah yoktu ya…

“Ben bir tek sevgiye

Bağladım kalbimi…”

Ses gittikçe daha yakından geliyordu. 

Zambak, Abdullah’ı ölçerek ona yaklaşıyordu. İstemediğini hissettiği an bırakacaktı, ama hissediyordu… Kalbi çarpmaya başladı. Sanki artık sesi ve vücudu yalnızca duygularından, heyecanından ve hep olmak istediği gibi, kendinden oluşuyordu. Böyle hissetmesinin nedeni kendi değildi ama, biliyordu, oydu… Sesi yumuşadı. Hayatında ilk kez bir kadın gibi hissederek, oldukça yumuşak bir şekilde seslendi… Gözleri doldu.

“Ayrılmam istersen hiç yanından

Çağırsan gelirim çok uzaklardan…”

Abdullah yanağında bir nefes hissettiğinde başını ona çevirecek gibi oldu, kendisini tuttu, eliyle oturduğu koltuğun altına parmaklarını geçirdi. Mesafeyle ona eğilen Zambak gözlerini Abdullah’ın kirli sakalından parmaklarına ve kitabına çevirdi.

“Eskiden korkardım yalnızlıktan…”

Parmağında bir yüzük ve Kur’an-ı Kerim Meali…

Allah’tan utandığını anladı. Tülünü kitabın üzerine, kitabı sarsın diye bıraktı. Şimdi olduğu gibi, zaman zaman o da utanmaz mıydı?

“Korkmam artık…”

Geri çekildi.

“Sen vardın…”

***

“Sorun ne Abdullah?”

Büşra, dakikalardır cevap vermeyen Abdullah’tan ümidini kestiğinde gözü siyah bir tüle takıldı. Yatağında cenin pozisyonunda yatan Abdullah onu gördüğü andan beridir içine düştüğü ahlaki ikilemde debelenmeye devam ederken, Büşra tülü kokladı: hafif bir okyanus kokusu, bir kadın parfümü… 

“Kimin bu?” dedi dolan gözlerini saklamaya gerek duymazken. Abdullah neyi bulduğunu anlayıp arkasını dönmedi. Midesine bir kramp girdi.

“Abdullah…” dedi Büşra ağlamaya başladığında. 

“Ben seni ahlakın için sevdim… Nedir bu bulduğum, nereden geldi?” 

Abdullah’ın da gözleri dolmaya başladı. 

“İki ay sonra…” dedi Büşra. “Ben de sana dokunabileceğim… Neden sabretmiyorsun?” 

Burnu akmaya başladı. 

“İstediğin tül mü?” dedi eli başına giderken. Başını açacak oldu, yüzüğü atacak oldu, hepsinden vazgeçti, çıktı gitti. Abdullah annesiyle babasının Büşra’yı durdurmaya çalıştığını, ancak başarılı olamadıklarını dış kapının sesiyle anladığında hıçkırarak ağlamaya başladı.

“Allah’ım…” dedi gözyaşlarının arasından. 

“Ben ne yapacağım…”

Kalbi ağrımaya başladı. Bir insan hiç tanımadığı bir insanı nasıl bilebilirdi? 

Gözyaşlarının arasından duyabilirmiş gibi mırıldandı:

“Bir akşam gözünde aşk tüterse / Geçmiş günler aklından geçerse / Kalbin bomboş ümitler biterse / Sen üzülme ben varım / Neler geçti kim bilir başından / Sevgi umudun hep başkalarından…”

Bir ses duyar gibi oldu… Bir cevap…

“Ağlama gidenlerin ardından,

O giderse, 

   ben varım…”

***

“Kız saçını tarayanlardan değil miymiş yani?”

“Düzleştirenlerdenmiş.”

“O ne demek?”

“Taramıyor ama tarayanlara yakın…”

“Memlekette başka dizi konusu kalmadı…”

“Ya da hakiki kadın…”

“Bayılırsınız her mevzuyu kadınlara çekmeye…”

“Tabii çekeriz… Şeytan gibi nasıl yanaştı adama yan yan…”

“Onun da o saatte orada ne işi varmış?”

“Dizi yırtık pantolon giymiş… E rızam var demektir bu.” dedi diğer kız. Gülüştüler.

“Ee,” dedi kız sonra, bir tartışma konusu açmak ister gibi. “Abdullah’ın yaptığı namussuzluk mudur?”

“Hiçbir şey yapmadı ki,” dedi erkek.

“Sizin için her şey eylemler midir?”

“Başka ne olacaktı?”

“Ya ne bileyim işte… İnsan aklından geçenlerden bile dürüstlüğünü sorgulamaz mı?”

“Aklımızdan her gün ne kadar çok şey geçiyor farkında mısın?”

“Sizinkilerden çok şey geçtiğini sanmıyorum.”

“Doğru,” dedi erkek. “Biz hep aynı mevzudayız.”

“Zambak mı kazanır Büşra mı?” dedi diğer kız asıl mevzuya dönüp. “Zambak.”

“Neden?” dedi kız. 

“Daha güzel…”

“Mavi’de çalışıyor olsa bile mi?” “Evet.”

“Evlenirken?” 

“Büşra tabii ki…”

“Ben, Zambak madem bu kadar namus abidesi, niye orada çalışıyor onu anlamadım.” dedi diğer kız. “Bazı kızlar doğuştan Karanfil gibidir. Zambak da öyle. Sadece reddediyor…” dedi erkek.

“Hah…” dedi kız. “Bilge erkek konuştu. Artık doğuştan lanetli olanlarımız da var…”

“Dalga geçme… Söyle o zaman. Neden orada çalışıyor? Karanfil gibi değilse neden tülünü bıraktı?”

“Ailesi bin beterdir… Sesi de güzel… Ancak burada para kazanabiliyordur. Muzaffer de korkuyordu ondan… Birini öldürmüş olabilir. Ya da ağır yaralamış… Erkek bir tarafı da vardır yani. Tülü de hakikaten Allah’a saygısından bırakmış olamaz mı?”

“Bir şu kadınları güzellemediğiniz kalmıştı… O da oldu.”

“Onları biz değil siz “güzelliyorsunuz…”

“Öyle bir şey yapmıyoruz.”

“Neden… Büşra’dan daha güzel değil miydi?”

Erkek diyecek bir şey bulamayıp konuyu değiştirmeye karar verdiğinde “Abdullah Büşra’yı bırakırsa…” dedi kızlardan gelecek tepkiyi adı gibi bilerek. “Adilik mi yapmış olur?”

“EVET!”

“Neden?”

“Büşra ile nişanlı…”

“E birbirlerini pek sevmemişler…”

“Büşra sevmiş… Abdullah da sevmediyse nişanlanmayacaktı.”

“Bana sorarsan Büşra da Abdullah’a bayılmamış. Ahlakın için sevdim dedi ya.”

“Ahlak her şeydir.”“Bazen bir insanı sadece ahlakı için sevmemen gerekir… Bir ömür geçiremeyebilirsin. Neyse… Bir sonraki bölümde Abdullah Zambak’a Mona Rossa’nın Zambak kısmını okuyacak. Benden demesi…”

Sayı: Sayı 09

Kategori: Öykü

Yazar: Zeyneb Rabia Aktüre