Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Konfetiyle Gelen Keder

Ankara’da hava boğucu. Nemli, gri ve sıkıcı. Gökyüzü, ne ağlamaya karar vermiş ne de gülmeye. Havanın sıkıntısı, Eylül’ün ruh haline de yansımıştı. Sabahın erken saatlerinde uyanmış, valizinin fermuarını sessizce çekmiş ve pencerenin kenarına yerleşmişti. Bu sabah, yağmurun gelip gelmeyeceği sorusu, her zaman olduğu gibi yine aklını meşgul ediyordu. Zihninde her zaman bir belirsizlik vardı. Her ayrılışında geride bir şeyler bırakıyor olduğunu hissediyordu. Ama bu sefer, daha farklıydı. İstanbul’a gidecekti ve içindeki garip his, yağmurun burada kalacağına dair bir hisse dönüşmüştü.

Eylül için yağmur, sıradan bir doğa olayı değildi. Küçükken annesi ona cennette çamaşır yıkamışlar, sonra da ipe asmışlar; işte yağmur böyle yağıyor, dediğinde bir çocuğun saf kalbiyle inanmıştı. Yağmur, onun için bulutların ağlaması ya da göğün gözünden çıkıp, yüzünden süzülüp çenesinden akan gözyaşlarıydı. Küçükken böyle zannederdi. Şimdi ise annesinin son nefesini verdiği gün başlayan yağmur, O’nun gidişiyle aynı anda başlayan yağmur, gökyüzünden saçılan bir konfeti olmalıydı. Gökyüzüne giden bir yeryüzü meleği hatrına oralarda bir şölen, bir karşılama töreni yapılacak olsa, o meleğin üzerine serpilen konfetilerin muhakkak yere dökülmesi gerekirdi. İşte bu yüzden yağmur, gökyüzünün bir yerlerinde yapılan bir kutlamanın yeryüzüne düşen artıkları olmalıydı. Yeryüzü ağladıkça, gökyüzünde bir şenlik vardı sanki. Zira yeryüzü, kendisi için çok büyük anlam ifade eden insanları kaybettiği vakit ağlamalıdır. Yeryüzü ağlarken, gökyüzünde; o meleğin gittiği yerde aynı anda bir kutlama yapılmalıdır. Bu kutlamada konfetiler atılmalıdır meleğin başından aşağı ve o meleğin yavrusu, orada bir kutlama yapıldığını bilmelidir ki meleğinin gidişinden ötürü mutlu olabilecek birkaç sebep bulsun…

Eylül bugün yağacak olan bu yağmurun başka bir kutlamanın habercisi olduğundan emindi. Bulutlarda bir hazırlık vardı sanki, gidişat yağmaya yönelikti. Uzaktan diğer bulutları bekliyorlardı belki. Onlar da gelecek ve ekip ruhuyla işe girişeceklerdi. Sokakları ıslatacaklar, adımları silecekler, çöpleri önlerine katıp bir yerden başka yerlere götürecekler, ağlamayanların yükünü alıp başka diyarlara taşıyacaklar, insanları duvarların arasına veya tentelerin altına sığındıracak ve pek çok kişiyi şemsiyesiz yakalayacaklardı.

Eylül valizini de alıp dışarıya çıktı. Bir an, gözlerini kapattı, tam arabaya binecekken ilk damla düştü. Önce eliyle kontrol etti, sonra yüzünü gökyüzüne çevirdi. Hafif bir gülümseme belirdi dudaklarında. “Tam zamanında,” diye mırıldandı. Kafasını kaldırıp, yüzüne yapışmış saçını gözlerinin önünden çekip, gökyüzüne bakıp gülümsedi, birkaç yağmur tanesinin dudaklarından içeri süzülmesine izin verdi. Yağmurun damlalarını dudaklarında hissetti. Ne akan rimelini ne ıslanmaktan rengi koyulaşmış bluzunu ne de bozulan saçını önemsedi; hiç olmadığı kadar sevdi saçını o an. Hiç olmadığı kadar güzel bir kadındı o, küpelerinin ucundan sular omuzlarına damlarken.

Eylül, arabasına binmeden önce bir süre daha bekledi. İstanbul’a gitmesi gerektiğini biliyordu, ama içindeki o garip duygu, gitme kararı almakla birlikte, Ankara’yı terk etmek istemediğini de belli ediyordu. Sanki burada, bu gri gökyüzü altında, göğün ağlamasında kendi acılarından da bir parça vardı. Düşüncelerinin içinde kaybolmuşken, birden birinin sesiyle irkildi. “Eylül!” diye seslendi tanıdık bir ses. O sesi tanıyordu. O sesi özlüyordu. Bir an için zaman durdu. Yağmurun sesi, şehir gürültüsü, taksinin motor sesi. Hepsi arka plana itildi. Sadece o ses kaldı kulaklarında.

Anne,” diye fısıldadı Eylül, sesi biraz sarsılarak. Annesinin yüzü bir anlığına belirdi. Gözlerini ovuşturup tekrar baktığında kimse yoktu. Oysa az önce, annesinin yüzünü gördüğüne yemin edebilirdi. Kalbinin en derinlerinde bir yer sızladı. Annesi gitmişti ama sesi, hatırası, sevgisi hâlâ buradaydı. Eylül duraksadı, gözlerini kapatıp derin bir nefes aldı. Yağmur, hiç durmayacak gibi yağarken, o da ilerlemeye devam etti. İçindeki huzursuzlukla, gitmekle kalmak arasındaki o ince çizgide yürüyordu. İstanbul’a gitmek, yeni bir hayat demekti belki de. Ancak içindeki garip his, bir yandan geçmişin ona bağladığı zincirlerin hiç kopmayacağını, ne kadar kaçarsa kaçsın, bir şekilde geçmişin kendisine yetişeceğini söylüyordu. Buradan gitmesi gerektiğini düşündü yeniden. Belki de gerçekten yeni bir başlangıca ihtiyacı vardı. Ancak içindeki o his, bu şehrin onu bırakmadığını söylüyordu. Belki de gitmek, her zaman en iyi çözüm değildi. Kaçmak yerine kalmak, yüzleşmek, geçmişin gölgesiyle birlikte yaşamayı öğrenmek gerekiyordu. Bir serçe hızla geçti önünden. Küçük, titrek ve ıslanmış. Birkaç metre ötedeki kaldırımlardan birine kondu. Tüylerini kabartarak hafifçe silkelendi. Önce durdu, etrafa baktı, sonra tekrar havalandı ve yakınlardaki bir pencere pervazına kondu. Yağmurun azaldığını fark etti, sokak lambalarının altına düşen damlalar artık daha seyrekti. Gözlerini gökyüzüne çevirdi, bulutların arasından beliren soluk bir güneş ışığı yüzüne vurdu. “Ankara beni bırakmıyor,” diye mırıldandı. “Bu şehirden gitmem gerekmiyor,” dedi kendi kendine. “En azından şimdilik” ve yeniden başlayan hayatına burada, bu gri şehirde devam etme kararı aldı. Son bir kez serçeye baktı. O da hâlâ oradaydı. O da gitmeye hazır olduğunda, uçacaktı. “Bugün gitmeyeceğim,” diye mırıldandı. Ama bu, hiç gitmeyeceği anlamına gelmezdi.

Sayı: Sayı 11

Kategori: Öykü

Yazar: Rabia Egemen