Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Kene

İçimdeki sararmış alevin suretime yapışmasıyla bulunduğum yere çöktüm. Korku iliklerime akıyor, kalbim dengesiz bir tempoyla çarpıyordu. Avare bir yaşam süren benliğim; korkunun pençesine takılmıştı. Kurtulma imkânım ise doktorun iki dudağı arasındaydı. İki dudaktan sert zemine dökülen sözler; cam parçaları gibi kırılıyor, tuzla buz oluyordu. Doktor ürkek bir ceylanmışım gibi hassas bir sesle; “Üzgünüm genç çocuk,” dedi. Doktorun gözlüğüne yansıyan görüntüm, beni benden uzaklaştırıyordu. Koyu dağınık saçlarım alnıma düştüğünde sakallarımdaki ter damlaları dans ediyordu. Kirpiklerim kahve gözlerimin üzerinde hareket ederken, bakışlarım elmacık kemiklerime odaklanmıştı. Doktorun sesi duygularımı çimdiklerken kendi görüntüme ulaşmaya çalıştım. Oysa doktorun sesindeki tını beni korkutan gerçeklerin üzerini örtse de tamamına yetişmiyordu. Örtü, acı gerçeğin karşısında kısa kalmıştı. Omuzlarını dikleştirip elindeki dosyaya bakarak gözlüğünü düzeltti ve sözlerine devam etti: “Boynuna yapışan zehirli keneyi çok geç fark etmişsin. Bu yüzden onu vücudundan koparamadık.” Sözlerinin parçaları vücudumu delerken içimdeki umudun boğazı ipe dolanmıştı ve yaşamın nuru sönmüştü. Gözyaşlarım usulca dokunduğunda yanaklarıma, elimi boynuma dokundurdum. Boynumda soğuk bir ürperti gibi ölümün varlığı esiyor, tüylerimi diken diken ediyordu. Doktorun sesi artık boğuktu. Cümleleri kulağıma kadar geliyor, çarpıp yere düşüyordu. Kafamın içindeki odalarda sıkışan gerçek; gözümün önüne düşmüştü. Korku, küçük bir çocuk misali zihnimin dehlizlerinde dolaşıyor tek bir soruyla hemhâl oluyordu: “Ölecek miyim?” 

İçimdeki karanlık sorularla boğuşurken bulunduğum mekân sesimin ortalığa dökülmesiyle ayaklarımın altından kaymayı ertelemişti. İçimde boğuştuğumu sandığım ölmenin telaşı, mekânın sırrıyla bilenmişti. Doktor titreyen sesime karşılık en tabi hakkıyla “Üzgünüm,” dedi. Umutsuzluğun kıskacında takılı kalan vücudum, küçücük bir keneye düğümlenmişti. Gözlerimden belli olduğuna emin olduğum tedirginliğime rağmen doktor cümlesini tamamladı. “Az bir zamanınız kaldı. Kenenin zehri kanınıza karışmış.” Papatyaların canlılığını andıran benliğim; anları dolu dolu yaşamaktan ölümün varlığını unutmuştu. Şimdi ise sanki gözlerimin üzerine çektiğim koyu perdeler açılmış, pencerem güneşi doğrudan deneyimlemeye başlamıştı. Gözlerim alışık olmasa da bu ışığa, görme duyum hürlüğe kavuşmuştu: Karanlığı delen yıldızlar semayı taçlandırıyor, mekân kıyafetinden sıyrılıyor ve zaman bir rüzgâr misali ağacın saçlarını okşuyordu. Ağaçlar idrakimde hiç bu kadar parlak ve yeşil olmamıştı. Yaşamak bu muydu? Hayatın içinden süzülüp geçerken nasıl da fark edememiştim bunca güzelliği? Ölmek fikri beni, yaşamadığım gerçeğiyle yüzleştirmişti. Varlığım ilk kez yoklanmıştı, bildiğim mekân sırra kadem basmıştı. Burası neresiydi, bilmiyordum. Bu bilinmezlikle gözlerime kalın perdeleri geri çektim… Doktorun cümleleri korkumu ete kemiğe büründürmüş, gözlerimin önünden ayırmıyordu. “Zehirli keneyle yaşamak zorundasınız, yavaş yavaş tüketecek sizi. Belki bir gün belki birkaç ay zamanınız var, bilinmez.” 

Hastanenin kapısından kendimi dışarı bıraktığımda kavi rüzgâr yüzümü yalamış, zihnimi oyalayan ölüm korkusu ise beni hissizliğe sürüklemişti. Sanki derin mi derin bir kuyunun içerisinde gözlerim karanlığı deneyimliyordu. İçimde korkan küçük bir çocuk vardı ve o yok olacağı gerçeğiyle yüzleşemiyordu. Ona rağmen düşüncelerimin zehri bedenime sirayet ediyordu. İki el kollarımı sıkarak beni bir ileri bir geri sallamaya başladığında gözlerim iç diyardan bulunduğu mekâna kendini çevirdi. Karşımda yalınayak biri dikiliyordu. İnce beline ulaşan gri saçları, bembeyaz bir elbisenin ardında gizlenen vücuduyla önümde bekliyor, saçlarının arasından görünen keskin bakışları ruhumun gizli bölmelerine dalmaya hazırlanıyordu. Gerçekliğin boğazını sıkıyormuşçasına parmakları bedenimi kavrıyor ve beni sallamaya devam ediyordu. 

Kimsiniz,  bırakın beni!” diye cılız bir ses çıktı boğazımdan. “Öldür beni” dedi kadın.

 Ölümü düşünen zihnim, gözlerindeki kalın perdeleri çekti ve yalnızca bir tül kaldı hakikatle aramda…  O an kollarımda acının kırıntıları belirdi. “Öldür beni” diye tekrar etti kadın ve bir kahkaha patlattı, “Söyle, yok olur muyum?” 

Bir kaç hasta bakıcı kadına yaklaşmıştı, uzaktan duyuyordum sanki sesleri, kadın gözlerini gözlerimden ayırmıyordu.

 “Zeliha teyze çocuğu bırak lütfen,” dedi bir hasta bakıcı.

Elleriyle kadının sırtını sıvazlıyordu. Kadın bir anda kollarımı serbest bıraktı ve gözlerini gözlerimden ayırdı. İki hasta bakıcı sımsıkı tutarak götürürken kadını, arkası dönük bağırdı.

 “Bir damla suyum ben!”  Bir anda durdu ve kafasını bana doğru çevirdi alaycı bir gülümseme ile dudaklarını kıvırdı. “Toprağa döksen kurur muyum?” 

Uzaklaşan kadının ardından bakarken vücudum gevşedi ve sıktığım dişlerim kendini serbest bıraktı. Zihnimin odacıklarında yankılanan soru, cevaplanmak için kilitli kapıları tekmeliyordu. Kadın ne demek istemişti? Durdum ve gözlerimi bir kez defa daha açık seçik görmek için kırpıştırdım. Kâinatı ilk kez görüyor, doğanın yankısını ilk kez işitiyor, varlığa dikilen sarı gülleri ilk kez kokluyordum. Sanki bir mağaranın içinde zincirlenmiş, özgürlüğüme yeni kavuşmuştum. Beni zincirleyen şey, yaşamın manasını bu zamana kadar idrak edememiş olmamdı. Varlıktan sıyrılmaktan korkuyordum. Ademoğlunu tüketen şey ölümün bilinmezliği değil miydi? Beni de bu bilinmezlik sarmıştı. Zihnimi kurcalayan düşünceleri kapının arkasına süpürerek etrafıma bakındım. Ayaklarım beni, mezarlığın önüne getirmişti. Yanımdan geçen bir teyze elindeki papatyaları uzatarak; “Ölüler çiçek ister,” dedi. Yaşayan bir ölü olarak elindeki tüm papatyaları aldığımda teyze yarı şaşırmış yarı mutlu bir tavırla omzuma dokundu ve yolun karşı tarafına geçti. Sol elimde yaşamaya çalışan papatya demeti solmaya başlamıştı. Benden medet umar gibi yavaş yavaş boynunu büküyor, bir umutla suya kavuşmayı bekliyordu. Elimdeki papatyaları ağacın kenarına koydum. Papatyalara baktım, dalından koparıldığı için ölüme mahkûm edilmişti. Tıpkı benim gibi o da çaresizce ölümün kapısına dayanmasını bekliyordu. Bir bardak su verilseydi belki daha geç solacaktı. Hayat bana yaşamam için su verecek miydi? Omuzlarıma koyulan ölümün ağır yükü tüm vücudumu eğiyordu. Bir elin omzuma dokunduğunu hissettiğim an irkildim. 

Evlat iyi misin?” dedi mezarlığın bekçisi. 

Düşüncelerimde takılı kalan bedenimi tozlu rafların arkasına iterek bakışlarımı yaşlı amcanın suratına diktim. Asla bu kadar yaşlı görünemeyecektim. Ölüm tüm gerçekliğiyle nefesini yüzüme üflüyordu. 

Evlat,” diye tekrar etti Bekçi.

Elindeki bir bardak suyu bana doğru uzatarak, “Kimsin, kimlerdensin? Daha önce burada hiç görmemiştim seni.” dedi ve yanıma oturdu. 

Bana uzattığı su dolu bardağı elinden alıp kenara koydum: “Adım Yakup, buraların yabancısıyım,” dedim iç çekerek.

Nereden geldin?” diye sordu elini omzuma koyarak. 

Bekçinin sorduğu soru karşısında yutkundum. Öyle derin bir sualdi ki bu, köprünün başında sorulan… Birkaç damla süzülürken yanaklarımdan, “Kayboldum…” diye yanıtladım. 

Bekçi, derin bir iç çekti ve sırtımı sıvazladı. “Her şey bitti…” dudaklarımdan dökülen kelimeler, umutsuzluğumun kuyusunda boğulurken Bekçinin tok sesi kulaklarımı doldurdu: “Neden buradasın sence evlat?” Etrafına bakarak eliyle mezarlığı işaret etti. “Neden?” diye sordum gözyaşlarımın ardından… “Çünkü burası her düşüncenin anlama büründüğü yer,” duraksadı ve sesinde bir çiçeğin filizlenmesine şahit olmuşçasına “Burası her şeyin bittiğine inandığın değil her şeyin yeniden başlayacağına inandığın yer.” 

Gözlerimdeki yaşı silerken bekçinin sesi derin yalnızlığımı yırttı. “Söyle bakalım evlat, seni böyle üzen dert nedir?

Bugün bir şey öğrendim. Daha önce hiç düşünmediğim bir şey, kendime hiç yakıştıramadığım bir şey… Zamanımın kalmadığını öğrendim…” cümlemi tamamladığımda Bekçi gözlerini gözlerimden ayırmıyordu. 

Dikkatlice yüz hatlarımı süzüyor samimi bakışları ruhumu okşuyordu.

 “Ah, genç çocuk; hepimiz ölene kadar yaşayacağız, öyle değil mi?” dedi bakışlarını üstümden çekerek. Bitkin düşen bedenimi duvara yasladım ve gözlerimi boşluğa dayadım. “Haklısın amca.” dedim balığın karnında nefes almaya çalışarak. 

Bekçinin güven dolu sesi etrafa yayıldı: “Esas derdini söyle bakalım, sana rağmen seni kaybettiren dert nedir?

Ölmekten korkuyorum.” 

Bir çırpıda ağzımdan çıkan bu itirafı kendi sesimden işitmek tüylerimi diken diken etmişti. Bekçinin gözlerinden yayılan şaşkınlığı fark ettiğimde “Sen de ölmekten korkuyor musun?” diye bir soru yönelttim. 

Bekçi masmavi gözlerini yüzüme sabitledi; “Yaşamaktan korktuğum kadar ölümden korkuyorum.” dedi. 

Söylediği cümlenin karşısında kaşlarımı çattım ve tüm dikkatimi sözlerine yönelttim. 

Bekçi konuşmasına devam etti: “Hiç anlamam neden ölümden korkar insan? Korkarlar madem, neden doğum da korkutmaz insanı?” 

Bedenimi doğrulttum ve çatallı sesimi kontrol ederek, “Çünkü doğumu bekler insan ama ölüm… o en beklenmedik anda çalar kapıyı…” 

Hafif gülümsedi bekçi; “Sanki bir düşmanı tarif ediyorsun…

Dudaklarım tebessümle kıvrıldı, “Değil mi?, Düşman da en sevdiklerimizi alır bizden, bizi bile  bizden alır.” 

Bekçi mavi gözlerini gözlerime dokundurdu ve “Belki de seni senden ayırmıyordur da seni sana ulaştırıyordur yalnızca…” 

İçimdeki parçalanmış aynanın yansımasında kendi imgemi gördüm: Kaldırım taşlarında, yürüdüğüm yollarda yitmişti ışığım. Bekçi ise elinde bir gaz lambasıyla aydınlatıyordu sanki önümü. 

Sence  düşman mıdır seni sende kaybedip seni sende bulduran? Yoksa gizli bir dost mu? Sence kimdir; seni sana hazırlayan?” 

Kaşlarımı çattım, bu çatış bilge bir adamın sözlerindeki derinliği idrak etmeye çalışan yorgun bedenimin bir dışa vurumuydu. Bekçi  konuşmaya devam etti,

 “Ah evlat: Kaybolan, bulunmaya özlem duyandır.” 

İçime bir yumru oturuyor, bedenimde pıtı pıtı gezinen karıncalar ağızlarında su taşıyordu. “Bulabilecek miyim?” dedim bekçinin gözlerine bakarak. 

Gerçekten kaybettiysen evlat, evet bulacaksın.” dedi bekçi. 

Peki ya ölen bunca insan?” dedim mezarlığı göstererek, “Onlar için son buldu, ya benim için de son bulursa?” gözlerimin elleri, mavi gözlerdeki umut kırıntılarını çekiştirircesine tutmuştu.

 “Ölüm, tıpkı doğum gibi bir başlangıçtır.” diye sözlerine devam ettiğinde bekçi, “Ölüm bir son  değil mi yani?” diye sordum. 

Son bir başlangıçtır evlat, bir hâlden başka bir hâle dönüşmektir.” diye cevap verdi. Bekçinin fikirleri, ruhumdaki korkunun varlığını gölgelemeye başlamıştı. Yine de korku tüm varlığıyla içimde yer edinmeye devam ediyordu.

 “Doktor bana yakın zamanda öleceğimi söyledi.” dedim bir çırpıda.

 Bekçinin bakışlarına sinen korkuyu zihnim hemen fark etmişti. 

Boynumda zehirli bir kene var ve beni yavaş yavaş öldürüyor.” diyerek cümleye devam ettim. Bekçi söylediğim sözlerin ağırlığında ezilirken sıcak gülümsemesini suretinde barındırmaya devam etti ve kulağıma daha da yaklaşarak, “Sana bir sır vereyim mi evlat?” dedi. 

Tabi dercesine başımı salladım ve bir sırra vakıf olacakmışım gibi kafamı eğdim. “Herkesin boynunda bir kene vardır. Sadece sen yeni fark etmişsin.” dedi. 

Hakikate batırılmış sözü idrak eden benliğim, solmuş papatyaların yanına koyduğum bir bardak suyu o an fark etmişti. Bekçinin masum gözlerine sığınarak, “Sahi sizin adınız neydi?” diye sordum. “İsmim Yusuf, evlat” dedi. Ayağa kalktı ve mezarlığın kapısından içeri girdi. Ardından uzunca baktım ve gözden kayboldu. Yerden papatyaları aldım ve bir bardak suyun içine yerleştirerek ayağa kalktım. 

Bekçi haklıydı. Çünkü hayat insana doğum ve ölüm suyunu bahşetmişti.

Sayı: Sayı 12

Kategori: Öykü

Yazar: R. Merve Taşdelen