Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

 Kayıp Aranıyor

“Bu bir uçurtmanın kaçışı

Belki de değil.”

Kaybettim. Bir süreliğine orada bırakmıştım döndüğümde yoktu. En vahimi kaybetmeyi istemediğim bir şeyi kendi ellerimle kaybettim. Bir anda kaybolmadı, yavaş yavaş yitirdim onu. Önce gözlerimden başladı. Gözlerimdeki ışıltı yavaşça söndü. Pırıl pırıl parlayan gözlerim donuklaştı.  Sonra çok rahat bir şekilde yalanlar söyledim. Çok ayıp, utanılacak, yüz kızartacak diye düşündüğüm şeyleri umarsızca yaptım. Kötüyü fark ettim ve kötüye meylettim. Başkalarının derdi daha az benim oldu artık, dünya her zamankinden daha çok benim çevremde dönüyordu, duyarsızlaştım.  Nasıl başladığını hatırlıyorum, matematik yüzünden.  Sayı doğrusunu öğrettiler. Her şeyi bölmeye başlamam o yüzden. Yoksa herhangi bir şeyi, diğer şeylerden ayırmak neydi bilmezdim. Ne günleri birbirinden ayırıyordum ne de insanları. Birisi çıktı rakamları öğretmeye çalıştı, öğrenmeye başladım. Sonra o rakamlar bir saatin içinden her gün göz kırpsalar da bana henüz birer rakam olmaktan öteye geçmediler. Bir gün birisi geldi rakamları, sayıları öğrendin artık, bak bu akrep, bu da yelkovan hadi bölmeye başla zamanı dedi duvardaki saati gösterip.  Sayılar ikinci plandaydı, onların ifade ettiği şeyi akrebin ve yelkovanın konumu belirler artık. Böyle böyle günler geçti ve saati yeniden sordular, dönüp duraksamadan cevap verdim. İşte o gün, o saat, o saniye. O an sonunda mutlaka yenileceğim, zamanla kavgamın başladığı andı. Saati öğrenmek büyümektir, en basitinden. Bırakın da çocuklar saati hiç öğrenmesin.

Masallara inanan, en sevdiği şey waffle’ın atası  kabul edilen iki petibör bisküvi arası lokum olan, ince işçilik isteyen mandalinanın ipliklerini soyan, kremalı bisküvinin ilk önce kremasını yiyen, sarı kola ile siyah kolayı karıştırıp içilmeyecek hale getiren, zorbalık gördüğü çocukların adını bir listeye yazıp o listeyi cumhurbaşkanı olana kadar saklayacağına yemin eden, portakal kabuğundan boksör ağızlığı yapan, kollarını ve bacaklarını ayırarak kapıya tırmanan, etek uçlarına mandallar bezeyip tarağıyla konser verip, sahne hayatına atılan, Ankara’da kış günü balkona çıkıp donmuş balkon demirlerinin tadına bakan, naylon torbaların ucuna ip bağlayıp balkondan uçuran, yere düşen şekere beş saniye kuralı uygulayıp öpüp tekrar ağzına atan, üfleyip öpünce mikropların kaybolacağına inanan, gözü yeşil olanların dünyayı yeşil gördüğünü düşünen, Öznur ile üç tekerlekli plastik bisikletleriyle dünyayı turlayabileceğine inanan o çocuğa ne oldu? Nereye kayboldu?

Bilirim cesurdu o. Elinin yanacağını bile bile o sobaya dokunurdu. Elini prize sokar, kumandadan söktüğü pillerin tadına bakardı. Parmağının zar tabakasına toplu iğne geçirirdi. Su birikintisi görünce içine girip zıplardı halbuki ben ayakkabılarım ıslanmasın diye vazgeçerdim. O ayakkabısı ıslanırsa çıkarır yalın ayak devam ederdi yoluna oysa. Buz gibi su içerdi o, ben hastalıkla uğraşmayayım diye soğuk su içmeyi bıraktım. Boğaz ağrısından korktum. Hep top oynardı. Sabah, akşam, öğlen, ikindi, yatsı. Kurallara da uyar adamakıllı oynardı. 

Kurallar; abanmak yasak, beşte devre, onda biter, üç korner, bir penaltı, kaleci-oyuncu yasak, atan alır.      

Saklambaç oynamayı da severdi.  Her oyun gibi onun da kendine göre kuralları vardı ve mızıkçılık yapmak yasaktı. 

Kurallar; altmışa kadar sayılacak, önüm arkam sağım sobe, denmezse arkada saklanıp sobe yapılabilecek, sadece sona kalan kişi topal tilki olabilecek, ebe sürekli sobe yerinde durmayacak. 

İhtişamlı bir hayat yaşayacaktı, büyük şehirlerde büyük işlerin peşinden koşacak ve büyük adam olacaktı. Uzaklara gidecekti, çok uzaklara çünkü ışıl ışıldı oralar, binalar gökyüzüne değiyordu. Gidemedi, gidemedim uzaklara.  

Kötü şeyler de yaptığı oldu ama hiçbir zaman benim kadar kötü biri olmadı. Bisikletin arka tekerleğine pet şişe koyup gürültü eşliğinde bisiklet sürmüştü. Bütün mahallenin kafasını şişirmişti. Civcivleri uçsunlar diye dördüncü kattan aşağı atmıştı. Metal kalemtraşın içindeki bıçak ile başka kızların suluklarını kesmişti. (Hak etmişlerdi.) Abisi yeni aldığı renkli misketlerin içine kuşları hapsettiklerini söylemişti. Misketleri teker teker taşla kırdı. Kuşlar özgür olsun diye. Tel örgülerle kaplı zeytin ağaçlarının da kuşlar gibi özgür olmasını isterdi. Ekmek kırıntısını taşımaya çalışan bir karıncaya yardım etmek için kırıntıyı alıp, yuvasına kadar götürüp, yuvasının içine sokmuştu. Zavallı karıncaların dünyasında büyük bir tıkanıklığa yol açmıştı.  Yırtık bir pantolonun karşısında düzgün bir pantolon giymiş, aç bir karnın karşısına şişkin bir karınla geçmiş, ailesiyle yaşadığı güzel anları ortamda konuşurken böyle bir ailesi olmayan huzursuz bir ailede yetişen biriyle yan yana durmuştu. Oyunlarda hep dışlanan çocuğu korumayıp, o yoksa ben de yokum diyerek ötekilere rest çekmemişti. 

Özür dilerim sevgili karıncalar ve civcivler. Misketler için kusura bakma abi. Affedin beni mahalle sakinleri. En çok da dışlanan çocuktan, yan yana durduğum çocuktan özür diliyorum. Lütfen, bağışlayın beni! Zaten yitirdiğimi aramakla meşgulüm. Bir bebeğin göz bebeklerinde, sokakta yaşlı bir teyzenin nur düşmüş yüzünde görmüştüm onu. Aniden karşıma çıksa önce şaşırtsa, sonra sevindirse beni. Sanki bir uçurtmaydı o, bembeyaz bir uçurtma. Zamanla kirleniyordu ve bu onu çirkinleştiriyordu. İşte o zaman anladım kirlenmek güzel değildi. Onu bana bağlayan tek şey incecik ipiydi.  Tuttum, ip elimi kesene kadar tuttum. Sonunda ip elimden kurtuldu yükseldikçe yükseldi. Uçtu, gitti…

Sayı: Sayı 08

Kategori: Öykü

Yazar: Rabia Egemen