Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

İtminan

Sonra, duman  halinde olan göğe yöneldi;  böylece ona ve yerküreye dedi ki:”İsteyerek veya istemeyerek gelin.” İkisi de: “İsteyerek geldik.” dediler.

Çocukluktan kalma bir iz, dedi. 

Çocukluktan kalma, geçmedi. 

İkindi vaktiydi. Meleklerin sekinet kanatlarını arza döşediği anlardan biriydi. Ama alelade anlardan değildi. Fevkaladeydi. Üzüntü kadifemsi bir hale bürünmüş, geçmiş ile şimdi arasındaki köprü anılarla kurulu vermişti. O ise eskiye göre daha güçlüydü ama gücü kendinden mülhem değildi. 

Zaman çarkını eline almış, çarkın ibresini bu mekândaki o an’a getirmişti.  O an üzerinden onca zamanın geçmediği tazelikte, o ise bir sözü ya da davranışı değiştirme hamlesiyle bekler gibiydi. Ağlayan bir çocuktu gördüğü. Üzgündü çocuk. Çocuğun ağladığını kendinden başka fark eden yoktu, çünkü çocuğun gözünde yaş yoktu. Fakat üzüntü denizinden sanki ıslanıp da gelmişti. Yüzme bilmeyenlerin bilebileceği türden bir üzüntü değildi bu, deniz kadar derindi. O çocuğa bir şey söylemek istemedi. Ne diyebilirdi? Üzüldüğü belki haklı belki anlamsız bir sebepti. Bir çocuğun üzüntüsünün sebebi mantıklı olmak zorunda değildi ki, bir cümle bir çocuğun kalbini kırmaya yeterdi. Fakat bir başka cümle dağılmış ruh parçalarını toplamaya yetmeyebilirdi. Belki sadece üzüntünü anlıyorum diyebilirdi. Demeli miydi? Belki bir çocuğun kırık kalbini onarmaya yaklaşırken yalanlar pembe bulutlara gizlenip gerçek taklidi yapabilirdi ama o yalanın pembesini bile sevmezdi. Demedi hiçbir şey. Ama tek bir şey deseydi o da ‘geçecek’ demek olabilirdi. Eksik, beceriksiz, değersiz değilsin. Yapamadıkların, yapman gerekenler değil. Yapman gerekenler herkesin elinde çetelesini tuttuğu o listedekiler değil. Senin özünde saklı olan seni üzenlerin cümlelerinden ibaret değil. Sen bu andan, bu senden ibaret değilsin. Demedi. Zaten çocuk da beklemedi. 

Çark elinde, bu sefer ibre şimdiki zamanı gösteriyordu. Bulutlar mavi göğün üzerine bırakılmış beyaz mürekkep damlaları gibiydi. Rüzgârın esintisi yaprakları yerinden etmeye yetti. Yapraklar da dünden razıydı sanki. Bazen insanı düşünmeye iten bir kelime gibiydi bir yaprağın düşüşü. Ölüm gibi. Fakat yere değişi bir ruhun yeniden ayaklanışı gibi. Çünkü yapraklar yere düşmekle aslına rücu ederdi. 

Sahildeydi. Birçok türden ağacın olduğu yeşillikli bir yerdi. Az ilerisi denizdi. İlerledi, ilerledi. Tanıdık bir sima görür gibi oldu. Doğru yere gelmişim, diye düşündü.  Etrafına düşen sarı yaprakların çevresinde haleler oluşturduğu çok sayıda ağaç vardı. Fakat onlar büyük ve yaşlı olduğu her halinden belli olan bir çınar ağacının gölgesine oturmuşlardı. Yanlarına gittiğinde halka oluşturmuş kişiler oturdukları yerde hafif toparlanıp ona da yer açtılar. Açılan yere oturdu ve o da tüm gözlerin çevrildiği kişiye baktı. Konuşan kişinin dudaklarına kilitledi gözlerini. Kulakları onun cümlelerine dikkat kesildi.

“…şunu gördüm, görüyorum. Zikzaklarla ya da yokuşlarla yürünen yolda bazen soluklanmak için etrafa bakmak gerekir. Durmak ve beklemek de yolda bize azık olacak nimetlerdendir. Tutunduğumuz dallar ince, hayallerimizin bağı kopuk, hayatımızın tasası derin olabilir ama üzerine düşünülesi ve yaşanılası bir hayatın varlığını hafife almamak gerekir ”

Yaşamak debelenir içimde kıvrak ve küheylan

Yaşanılası bir hayatın varlığı. Hayatın yaşanılası oluşu neye bağlıydı ki? Tutunduğu dalları düşündü, hayallerini. Belki de dallar ince olduğu için hayaller kopmaya yüz tutar hale gelmişti. Dallar sağlamlaştığında bağlar da sağlamlaşacaktı. Hayaller sağlam bir kaynaktan beslendiğinde gerçekler de hayallerin iz düşümü olacaktı. 

“Bazen ellerimizi cevap bekler bir halde göğe kaldırdığımız olur. Oysaki cevap avucumuzun içindedir. Olacak olanlar avuç içlerine gizlenir ve biz ellerimizi yüzümüze sürdüğümüzde sonsuzluğun bereketi yüzümüzde gezinir. Artık söylediklerimiz biz, biz söylediklerimiz oluveririz.”

Beni artık ne sıkıntı ne rahatlık haylamaz 

Kelimeler, anlatan kişinin dudaklarından döküldükçe ruh kazanır gibi oluyordu. Kulaklarına değenler ezbere bildiği bir şiiri anımsatıyordu. Çınar ağacının gölgesinin kapladığı alan genişlemiş, güneş kara bir balçığa batar gibi huzmelerini üzerlerinden çekmişti. Akşam saatlerinin serinliği kaplamıştı ortalığı.

“Bazen bereketli bir toprakta yürür, bazen gümrah bir suyun yanından geçer gibi hissettiren insanlarla yollarımız kesişir. Bazen bu kişiler uzakta da olabilir fakat hissedebilmek bizi onlara yakınlaştırır. Suyun ağaç köklerinden dallara uzanması gibi sevgi bizi ayağa kaldıran bir güç oluverir. Ölü cesetleri taşımayalım diye, ruhumuza can gelsin diye düştüğümüz yerden tutan elin sahibinin gözlerini ararız. Ve o gözlerle gözlerimiz daha keskin, o ellerle ellerimiz daha sağlam sıfatlara bürünür. Görmelerimiz ve tut/un/malarımız kavileşir. Gücü kendinden haiz olan kaynağa dayanıldığında yol yürünür, yokuş düzleşir. Yürümek için ayağa kalkmak gerekir.”

Çünkü ben ayaklanmanın domurmuş haliyim

Gözlerini göğe dikti. Maviliğin uçsuz bucaksızlığında sonsuzluğu görür gibi oldu, içine derin bir soluk çekti. Sonsuzluk mavinin kendisiydi. Mavi, göremediklerimizin habercisi, göremediklerimiz maviden bir nüveydi.  Durmalarını ve duyduklarını düşündü. Sonra düşmelerini ve düşüncelerini. Avuç içlerine baktı. Tekrar gözlerini göğe çevirdi. 

Yürüsem rahmet boşanacak

Olanı ve olacak olanı kabul etmek adımların ilkiydi.  Yaşanılanları anlamayı kolaylaştıracak denklem elindeydi. Sorular vardı, cevaplar belliydi. Yüz yıl yaşasa da değişmeyecek gerçekler vücut bulmuş haldeydi. Üzerinden kaç nefesin daha geçeceğini bilmediği kum saati ters çevrileli epey zaman geçmişti. Geri dönüp değiştireceği tek bir an var mıydı? İsteyerek yaşamıştı, isteyerek dolmuş ve istediğini boşaltmıştı. Çark elindeydi ve o memnun bir haldeydi.

Ve sana bir karşılık vereceğim.

Çocukluktan kalma bir izdi, dedi.

Geçti.

Sayı: Sayı 09

Kategori: Öykü

Yazar: Dilara Barut