Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

İstanbul’un Baharı Erguvandır

Vezneciler metrodan çıkıp oturmak için bir bank aradı gözlerim, flörtünü bekleyen çocukların banklarından birine çöktüm, flört diye bizim Baran’ı bekleyeceğim. Gerçi bunun bile karşılığı var maalesef özgür dünyamızda; her yerde edilebilecek bir laf değil, şaka da olsa. İnsanları seyredeyim biraz dedim kedileri, flörtünü bekleyenleri… Sonra düşündüm, insanlara bakıp kusurdan başka bir şey görmüyorum, hiç kimseye ne bir güzelleme yaptım ne de güzel bir hâl idrak edebildim. Dedim ki, Adar oğlum millete bakmak, onları okumak her adamın harcı değil, en başta sen adam olacan, kendi nefsini adam edecen, sen kusurlu gözlerle baktıkça senin gözlerinde herkes günah batağındaymış gibi görünecek. Ne diyordu? “Kusur görenindir”. 

Sonra kendimi aradım insanlarda, insanların gözlerinde, kedilerde, kedilerin güzelliğinde… Derken, yeraltı alemine ait bir kalabalığın arasından sıyrılan bir genç bana doğru geldi:

  • Ooo ustam, selamun aleyküm. Teşrif ettiniz nihayet.
  • Aleyküm selam Adar Bey, o şeref sizin efendim. Ee ne var ne yok, hâliniz nicedir efendim?
  • Hamd olsun Baran’ım; okul, dersler ve sınavlar, bildiğin gibi. Senden ne haber, her şey yolunda İnşallah?
  • Çok şükür ya, bizde de aynı, haftaya başlayacak vizeler, öyle bi seni göreyim dedim, vizelerden sonraya kadar geç olurdu.
  • İyi yaptın, benim de vizeler haftaya başlar gibi, Fatih’i özlemişiz, iyi geldi. Normalde de çıkıp gelinir ama seninle ayrı bir zevk alıyorum gezerken. Bizim kuşaktan başka arkadaşlarla gelince ünlenmiş yahut iyi reklamı yapılmış mekânlara, sokaklara götürüyorlar, elli tane fotoğraf çekiyorlar, onun sohbetiyle geçiyor tüm vakit. Story için bir tanesini seçmek iki saat, iki saat de onun makyajı, efekti, bilmem nesi… E arkadaşım biz bu Fatih’e niye geldik, fotoğraf çekip paylaşmak içinse bana deseydiniz sizi Paris’e götürür, Eyfel’in önünde fotoğrafınızı çeker atardım. Teknolojidir, yapay zekadır, bunlar gelişti artık.
  • Olm valla çok iyi dedin, ben de düşündüm de senle gelmem dışında Fatih’e ancak yalnız gelirim, başkasıyla katlanamam. Hele bizim akrabalar geliyor bazen, bizi Eminönü’ne götür diyorlar, yok abi, Allah’ıma hamd olsun illa bir işim çıkıyor, gitmiyorum. Ayasofya’da fotoğraf, sarnıçta fotoğraf, bir de Kapalı Çarşı’ya gidelim, bir şey almayacağız ama gidelim. Aga bu nasıl bir müze algısıdır Allah aşkına, bu şehir müze değil ya, müzeleştiriliyor olsa da olmamalı. İstanbul hele diğer şehirler gibi değilken, daha çok anlam ifade ederken, Müslüman Türk’ün yaşamının sembolü iken müzeleştirme, üstüne bir de vitrinleştirme bu şehri öldürmekten başka bir şey değil de nedir?
  • Hiç sorma azizim, hiç sorma! Bak insanlara anlatabilsem, dilimde tüy bitti… İnsanlar her şeye olduğu gibi buna da sağır. Fatih’e geçelim mi usta, ikindiyi kılalım, Vatan Caddesi’nden geçeriz, oradan da Balat’a falan ineriz.
  • Olur, olur.
  • Vatan hoştur, severiz abi. Taş binaların içine açılan mağazalar görüntüyü bozuyor maalesef ama bir Şişli’den, Akaretler’den geçmekten iyidir. Orada bana bir gına geliyor yürürken, otobüsle geçerken de gerçi, bir şehir bu kadar mı kötü planlanır ya?
  • Reis iyi diyorsun ama bana Fatih’i, Üsküdar’ı falan övme ya… Tamam Cumhuriyet yönetimi iyi gelmedi canımız İstanbul’a, çarpık, müze dokulu, nostalji kokulu bir şehir haline getirdi, amenna. Ya Allah aşkına muhafazakâr yönetime ne demeli? Bak geçen bir yazı okudum, konu İstanbul’du, bir bakayım, dedim. Ta on yıl önceki bir yazı bak, yakın zamanda da yazılmamış. Adam ne diyor dinle, ekran görüntüsü almıştım: “Cumhuriyet şehirciliği izbeleştirdi, muhafazakâr şehircilik insansızlaştırıyor. Turizmin ışıltılı kalabalığı İstanbul’un ruhunu körelten müzeleştiren bir insansızlaştırma projesine dönüşüyor” demiş.
  • Valla kim demişse hakkı söylemiş.
  • Mevzu bu abi işte. Bu şehir bir koca medeniyetin sembolüdür. Bunu gerçi onlar da iyi biliyorlar ama sembol deyince duvara asılı tablo, paraya basılan mühür olarak anlıyorlar.
  • Aynen öyle Baran’ım. Medeniyet dediğin bir şehrin görüntüsünden ibaret değildir, olmamalı bence. Orada yaşayan insanlardır o medeniyeti simgeleyen, insanların yaşam alanlarıdır mevzu; evleri, camileri, yapıları kısacası mimarisidir. Osmanlı’da bir medeniyet olgusundan bahsedince hep yapıları gelmiyor mu aklımıza? Bizimkiler ne yapıyor, gökdelen, camdan yapılmış ayna gibi binalar. Fatih, Üsküdar, Beyoğlu desen tüm mahalleler boşalıyor, bakma o kadar kalabalık olduğuna, oralarda yaşayan çok az insan vardır. Az önce söyledin hatta, Eminönü’ne gidince insanın içi acımalı ya. Bak bahsederlerdi, Sultanahmet’in cami cemaati varmış, bildiğimiz mahalle cemaati. Şimdi akşam oluyor, yoldan kaç turist geçerse, bir de işten çıkan, dükkânı kapatan amcalar, abiler. Sırf müzeden haiz bir semt olmuş Eminönü.
  • Bak bir buralarda, caminin arkasında falan insanlar yaşıyor sadece, hatta buralarda da bir mahalle algısı yoktur şimdi. Varsa bir Çarşamba’da İsmailağa’da vardır mahalle hissi. Camiden çıkınca istersen İsmailağa’ya geçelim, oradan ineriz Balat’a. İki güzel mahalle örneği görürüz, biri mahalle kültürünü korumaya çalışan, henüz müze olmamış bir yer; biri de Balat, müze mahalle, dışı renkli, içi solmuş tükenmiş, bakınca insanın ağlayası geldiği sıra evler…

 

Vatan Caddesi’ne girdiğimizde yolların boş olduğunu, trafiğin olmadığını fark ettik. Biraz ilerlediğimizde bize doğru yürüyen bir kalabalıkla karşılaştık. Göğe yükselen sloganlara Filistin bayrakları, Yahya Sinvar’ın fotoğrafları eşlik ediyordu:

  • Caddenin neden sakin olduğu belli oldu Baran, sadece pazar diye değilmiş.
  • Tipik bir Fatih Gazze eylemi usta, benim artık görmeye mecalim kalmadı bu toplulukları, şuradan iç taraflara sapalım mı?
  • Can, biliyorum sevmiyorsun ama gel bir şey olmaz, geçeriz hemen, biraz insanları gözlemleyelim istiyorum. Hatırlasana ilk Gazze eylemlerinde ikimiz de konsolosluğun önündeydik. Biz ne hissettik, bir yıl geçti üzerinden, şimdi bu insanlar ne hissediyor en azından ona bakalım.
  • Reis valla ben, onca güzel Müslümanın katledilmesine gönlüm dayanmayınca çıkmış, sinirden katılmıştım yürüyüşe. Bilsem insanlar sırf vicdanlarını yatıştırmak için katılıyor eylemlere, ayağımı bile atmazdım. Gazze için ne yaptın sorusunun cevabı en başlarda “ayaklandım, yürüdüm, protesto ettim” olabilirdi, ama şimdi kesinlikle değil. Bir yıl geçti ya üstünden, Allah aşkına bu insanlardan kaçı malından, vaktinden tasarruf etti de Müslüman kardeşlerinin bu vahşi zulümden kurtulması için çaba gösterdi? Kaçımız elini her gece açıp samimiyetle Allah’tan zafer diledi? Duygusal olmak, hamasi eylemlerde ve söylemlerde bulunmak hiçbir anlam ifade etmiyor artık. Edecek olsa bile insanlar bunu suistimal ediyor. Baksana adama, nasıl bağırıyor? Belli ki içinde biriktirmiş tüm vicdani rahatsızlığını, boş caddeye haykırıyor. Bu gönül, vicdan rahatlatma eylemi hiç kimseye fayda getirmez, benden söylemesi. Doğru düzgün bir boykot bile edemiyoruz, ne protestosu Allah aşkına?
  • Sakin ol şampiyon… Haklısın, tamamıyla katılmasam da. Tabi bir şeyleri genellemek doğru değil, aralarında samimi olanı var, olmayanı var. Mantıkla hareket edeni var, edemeyeni var. İnsanları suçlamak, eleştirmek ne kadar doğru bilmiyorum. Ama nasıl ki bu güzel şehre sinmiş bir samimiyetsizlik varsa, aynısı Gazze için gösterilen tavırda da kendini gösteriyor. Sen abdestini al hele, bu negatif yükü at üzerinden, Sultan Mehmed’in camisindeyiz, huşu ile eda edelim vakti.

Namazı kılıp Fatih çarşısına çıkan kapıdan Çarşamba’ya doğru ilerledik:

    • Baran’ım baksana insanlara bahsettiğim şey bu aslında, daha mahalleye girmedik; o samimiyet yüzlere, sözlere aksetmiş. İnsanlar neden bu samimiyetini başka bir yerde birbirine iletemiyor sanıyorsun. İnsan aynı insan, bu samimiyet bizim özümüzde var. Değişen ne? Mekân. Bursa’ya gidince tarihi Bursa ile yeni şehir arasındaki fark gibi, kendini iki yüz yıl önceye gitmiş gibi hissediyorsun. İstanbul’un mekânlarına sahip çıkmak sadece restore etmek değildir azizim. Gerçi o da iyi yapılmıyor ya neyse. “Mekânı yaşatacaksın ki insan yaşasın”. Bunu biri demişti sanki ama kim dedi hatırlayamadım. Öyle işte. Abi baksana mesela etrafına, küçük dükkânlar dışında, birkaç zincir market dışında göze batan bir şey var mı buralarda. İnsanlar birbirlerine selam veriyor, aşırı giyinen, aşırı davranan biri yok. Bir teyze gelse elinde poşetleri, taşıyıp eve kadar götürürsün burada. Yoldan geçen herhangi birine selamının alınacağını bilmenin rahatlığıyla selam verirsin. Bak hatta şu abiye selam vercem şimdi. 
  • Selamun aleyküm.
  • Ve aleyküm selaaam ve rahmetullah.
  • Bak abi, ben bu samimiyeti Sarıyer’de sahil yolunda yürürken de hissetmek istiyorum, illa tanıdığım birine mi selam vericem? Gerçi orada da selam verince “merhaba” diye alıyorlar. Tüm sır mekânı yaşatanda abi, sadece mekânda da değil.
  • Bak mesela pek turist de yok buralarda.
  • Reis turist ne yapsın burayı, ona storylik yerler lazım, İsmailağa’dan fotoğraf atsa linçler, damgalarlar adamı. Buranın turisti, buradan görünen, sessiz yabancılar olur ancak, bizim gibi.

 

Gözlerimiz kamaşa kamaşa geçiyorduk Balat sokaklarından, peş peşe sıralanmış rengarenk evler, evi boylu boyunca saran sarmaşıklar… Heyecanımı ve heyecanla doğan endişemi Baran’a hangi kelimelerle ifade etsem diye düşündüm:

  • Ne güzel sokaklar böyle bir seyret azizim. Bu güzel mahalleye reva mı yapılan, gelen geçen hanı olmuş. Gelenin geçenin fotoğraf çektiği müze olmuş. Kimseler yaşamıyor artık buralarda zahirin. Hani nerede o Balat çocukları, nerede arabanın altına sıkışan futbol topları? Yokuştan aşağı sevgilisine koşma videosu çeken ablanın yerinde topunun peşinden koşan çocuklar olmalıydı. Sokak satıcılarının sesi uzaklaştıktan sonra bu defa da iki teyzenin pencereden pencereye dedikodusuna şahit olmalıydık. Sağda girdiğimiz sokakta halı silkeleme vaktine denk gelip yolumuzu değiştirmeliydik. Fethiye Cami’den çıkan amcalara selam verip, Allah kabul etsin, demeliydik azizim. Hani neredeler onlar, hani medeniyeti yaşatan İstanbul; ölü sokaklarda hangi medeniyet yaşar? Ben yoldan geçen dili, adı, sanı, tavrı bilinmez zavallı turiste mi selam verecem? Veremeyecem. Ancak onların fotoğrafını çekeriz biz: “bradır, do you take a photo?”
  • Arap aksanını ne güzel yapıyon la. Helal valla. Neyse gel Adar usta gel, şurada güzel bir semaver çayı içelim içeride soba da var, içimiz dışımız ısınsın biraz…

Baran bizi loş, sıcaktan camları buğulanmış bir mekâna getirdi. Saçı sakalı ağarmış bir amca belli yıllardır zevkle işletiyordu burayı, “ne alırsınız beyler” diye hafif bir akşam yorgunluğuyla sordu:

  • Kolay gelsin hocam, bize iki çay sana zahmet.
  • Adarcan, bak ben Bitlisliyim, sen Vanlısın, İstanbul’un iki yeni yetme ziyaretçisiyiz aslında. Ne doğma büyüme buralıyız ne de bir yaşımız var. Ama bizim konuştuklarımızı düşünüyorum, biz bile dert ediniyorsak bu şehri, hem de böylesine, buraları yöneten, evirip çevirenlerin düşünemediği yapamadığı şey nedir?
  • Çok güzel dedin Baran’ım. Şunu unutmamak lazım en başta, her şeyi evirip çeviren Yüce Allah’tır, asıl yönetici O’dur, her şeyin en iyisini bilen de O’dur. Bize dönecek olursak, abi bence bizim ruhumuz var; düşünmeye, çevreyi okuyup tefekkür etmeye vaktimiz var; hepsini geçtim biz birbirini dinlemeyi seven iki aciz dostuz. İnsanlar samimiyetle ilişki kuramıyor, birbirini dinlemiyor. Kim her gün usulünce tefekkür ediyor mesela? Durumlar böyle olunca aziz başkent de nasibini alıyor maalesef. Herkes emperyalizmin, kapitalizmin kölesi olmuş, biz bile. Her yönetici bir rant kasma peşinde, İstanbul’un dört bir bucağı şantiye alanına dönüşmüş. Eski İstanbul desen tam bir rantiye alanı. Her yer otele dönüştürülüyor; bara, mağazalara çevriliyor, markalar tüm binaları işgal etmiş artık.
  • Maalesef usta. Vatan’da sana bir yazı okumuştum ya, onu diyen adamın yazılarını okurken şöyle bir ifade de bulunmuştu: “İstanbul’daki mekânlar bara, otele dönüştürülerek yabancıların hayalindeki doğu imgesini tatmin edecekleri mekânlar haline getiriliyor”.
  • Öyle abi, yine hakikati demiş, demiş de kim demiş abi, merak ettim bak.
  • Abi ben de yeni keşfettim yazılarını, kitaplarını ama dehşet bir isim bence, maalesef hakikati söyleyenlerin makus talihi, pek bilinmiyorlar. Âkif Emre, vefat etmiş birkaç yıl evvel ama bence tam bir münevver, mekânı âli olsun. 
  • Âmin, âmin, Âkif Emre üstadı bilmez miyiz azizim, ruhu şad olsun. Yakasında erguvan olan bir derviştir o, denemeden düz, şiirden ağırdır yazdıkları. Erguvanname’sini bilir misin? Ne de güzel anlatır İstanbul’u, baharı ve çiçekleri… Âkif Emre’nin İstanbul yazılarını okuyunca bakarım etrafıma, aynı şehirden mi bahsediyor diye hayret ederim. Oysa anlarım ki bakan gözler baş üstünde, gören gözler dışta değil. Umarım ve kalpten dilerim ki İstanbul bir gün Âkif Emre gibi münevverlerin tasvir ve tefekkür ettiği güzelliğine kavuşur.
  • Eyvallah usta, eyvallah. O biraz zor artık ama İnşallah. Bizim medeniyetimiz sapkın düşüncelere yenildi artık, erguvanlar açmış, solmuş kimin umurunda? Haydi çayını iç, soğudu.
  • İçerim can, şunu okuyup içeyim, kitaptan bir paragrafın fotoğrafını çekmiştim, bu demde okumak içinmiş. Demiş ki üstad:

“Ne kır çiçekleri ne meyve ağaçlarının fışkıran gümrah yeşili baharı getirmez. Bir çiçekle bahar gelmez ama her çiçek de getirmez baharı İstanbul’a. İstanbul’un baharı erguvandır. Erguvanlar açmadan hayat tazelenmez. 

Erguvanlar apansızın gelir. Bir gölge bile bırakmadan gölge gibi çekilir, hayatımızdan.

Erguvanlar apansızın gelir.

Ve erguvanlar apansızın solar.

Çünkü böyledir İstanbul’un baharı.”

Sayı: Sayı 10

Kategori: Öykü

Yazar: Abdulmelik Bayir