Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

İstanbul’dan Sürgün

Ömrümün İstanbul’da kaçıncı baharı bilmiyorum. Zaten kim dünya hayatında kaç bahar, kaç
kış geçirdiğini bilebilir ki? Annem ve babamla Ahırkapı Caddesi üzerinde, numara 13’de
klasik Türk evlerinden birinde yaşadık. Ahşap, iç avlusunda meyve ağaçlarının olduğu, tek
katlı cumbalı bir ev. Önce babam ben on bir yaşındayken evimizden ve hayatımızdan gitti.
Daha sonrasında ise annem hayat yolculuğumda bana yeteri kadar rehberlik yaptığını
düşündükten sonra, bir bahar sabahında çıkıp gitti. Bu ev ve bıraktıkları ile beraber kendi
patikamı arşınlamaya başlamıştım. Söylemeden geçemeyeceğim; hemen bir kaç ev yanımızda
17 numarada ise Dede Efendi’nin evi bulunurdu. Babamla evin önünden ne zaman geçecek
olsak bana anında Geleneksel Türk müziğindeki önemini anlatır, şarkılar söylerdi. Çocukluk
işte, o zamanlar asla ne dediğine kulak kesilmezdim. Babamı kaybettikten sonra Dede
Efendi’nin de ne kadar önemli biri olduğunu anladım. Aslına bakarsanız her şeyin önemini
onları kaybettikten sonra anladım. İnsan, insanı öldükten sonra tanımaya başlıyormuş,
yaşayarak öğrendim. Babıâli yokuşunu çıktığım bu sırada, tüm bu düşündüklerimi bir kenara
bırakıp birden içinde bulunduğum durumun gerçekliğiyle yüzleştim.
Nihayet gazeteye geldiğimde Reşat’ın yüzündeki o ifade haberin doğruluğunu teyit ediyordu.
Nedense ikimiz de konuşmak istemiyorduk. Osmanlı hükümetinin, sürgün cezamı bildiren
saman sarısı kağıdını Reşat ellerime tutuşturdu. Bir an Reşat’ın oturduğu babasında kalma
eski koltuğa gözüm takıldı. Gazeteyi ilk kurduğumuz vakit Baltalimanı’ndaki evinden binbir
zahmetle Babıâliye getirtmiştik. O günler geçti gözümün önünden. Her an yırtılacakmış gibi
duran kağıdı okuduğumda, 24 saat içerisinde Sirkeci’den kalkacak tren ile yurdu terk etmem
bildiriliyordu. Ne kadar az vaktim var diye düşündüm. Dönemin karışıklığına yakışacak
şekilde siyasi suçlu ilân edilmiştim. Aslında tarihe dönüp bakacak olursak kadınlar genelde fal
bakmaktan, kağıt oynamaktan sebep yakın yerlere sürgün edilirdi. Ben siyasi suçlu kabul
edildiğim için gazetemiz zararlı cemiyet listesine girmişti. Anlayacağınız bir ilki başararak
kadınlar arasında hafiyelikten sürgün cezası alan ilk kişiydim.
İçimde sıkı yumruğuyla beni sıkıştıran hasret duygusu, İstanbul’da son günümü Yahya Efendi
dergahına uğrayarak geçirmemi istedi. Son gittiğimden beri üstünden epey zaman geçmişti.
Köklerimden, şehrimden kopartılıp, gönderileceğim bu kısa zaman içerisinde İstanbul’a
buradan veda etmek istedim. Kök demek sadece toprak demek değildi; insanın bizzat kendisi
de toprak olup şehre kök salıyor, orada hafıza, medeniyet olup çiçek veriyordu. Hatırlarım,
Karacaahmet’e annem ve babamın kabirlerine ne zaman gitsem, bir gün kendimi onların
yanında gömülecek şekilde hayal ederdim. Zaten sürgün hayatı yaşadığımız şu dünyada
annemin vefatından sonra kendimi, İstanbul’umda bir kez daha sürgün edilmiş gibi
hissetmiştim. Sürgün içinde sürgün… Annemin vefatından sonra Fıstıkağacı’nda bekleyen
insanları uzaktan izlediğimde, acaba ölümü de böyle bekliyorlar mı diye merak etmiştim.
Yaşadığım zaman, ölümü hatırlamayı yasaklamıştı. Bense bu dünyada olmama rağmen ruhum
berzahta annemin yanında; insanların içinde bile insanlarla olmayarak iki farklı alemin

ruhlarıydık. Omuzlarımı acıtan bu ağır yükün üstüne şimdi vatan özlemi, İstanbul özlemi
bindiriliyordu.
Sürgün cezası Osmanlı devletine 16. yüzyılda girmişti. Çocukluğumda mahalle kadınlarının
kendi aralarında yaptığı dedikodulardan hatırlıyorum; bizim fırıncı Cavit Amca’nın eksik
gramaj ekmek sattığı anlaşılınca direk sürgün cezası vermişler. Yazın gittiğim Kur’an
Kursu’nda hocamız ömrünü sürgünde geçirmiş Niyazi Mısri hikâyeleri anlatıp dururdu. Daha
bunun gibi nice insan hikayesini önemsemezdik tabii. Böyle şeyler hep başkalarının başına
gelir nasıl olsa rahatlığıyla dinlerdik. Sahi Niyazi Mısri de tekkesinde birilerinin
gammazlaması sonucu sürgün cezası almıştı. Peki hayat boyu bilinmezlikten başka
bilinmezliklere sürüp durulan Mısri neler hissetmişti?
Evet, ruhum son kez İstanbul’u yaşamak, dinlemek üzere sessizce oturdu. Bahar mevsiminin
habercisi erguvanlar açmıştı. Bu çiçeklerin ekilmesi, İstanbul halkının saraydan talep etmesi
üzerine şehre kazandırılmış. İyi ki de talep etmişler bu güzelliği dedim içimden. Bir bahar
mevsiminde sürgün veriyorum. Bir daha nasıl başaklanacak, tohumları nereye serpip
filizlenecektim? Kökünde ayrı yerde topraklanmak kolay değil. Oysa ne çok severdim
İstanbul’u. Şehir ona son kez baktığımın farkında olmadan güzel. Farkında değiliz; geçip
giderken birbirimizin hayatlarından, sokaklarından, sürgünde olduğumuzun farkında değiliz.
Her şeyin aynı kalacağı zannı ile kendimize ihanet ediyoruz. Oysa her tohum sürgün verir bu
hayatta.
Sirkeci garında bir daha ne zaman döneceğimi bilmediğim bir yolculuğa çıkarken;
Gurabahane-i Laklakan’da tedavileri biten leylekler gökyüzünde göç etmekle meşguller. Ben
onlar kadar özgür değilim. Kalkış saatimi beklediğim şu anda bir gün onlar kadar özgür olup;
tekrar geri dönme umudu ile elimde duran saman sarısı kağıtla bakışıyorum.

Sayı: Sayı 02

Kategori: Deneme

Yazar: Gözde Çimen