Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

İç Bükey

Güçlü bir hayalin yeterince iyi düşünülmediğinden diğer yanlarına nazaran eksikliğinin göz ağrıttığı o yer. Bulvar sanki. Yanlarına evler çiziliyor, yollara sıralı ufak çizikler atılıyor. Tam tepeye -eskiden yeri sol üst köşeydi, artık öyle değil- yuvarlak bir daire ve etrafına daireden çıktığına inanılan ufak düz çizgiler işleniyor. Çizimler sona erene kadar hummalı çalışma sürüyor. Sonra farklı renkte kalemlerle hepsi boyanıyor, açıkta kalan kısımlar duru beyazlıktan faydalanmak için öyle bırakılıyor ve şimdi görünen manzara çok hoşuna gidiyor. Kimseye sunmuyor ama yanındakiler davet beklemiyor bunun için, ne ayakta durduğuna ne de oturduğuna kani olunamayan eğik çiziklerle çizilmiş kız için soruyorlar, “Gözde, bu sen misin?”.

Kalkınca başka dünyalara gitmenin yolu yok, buradayız tabi. İçimizdeyiz. Kitaplar, pencereler, raflar, parfümler, aynalar, askılar, çantalar, panolar, plaketler, kat kat giysiler, çarşaflar, kotlar, ceketler, küçük yığınlar… Buradayız. “Sana bugün ne ödevi verildi Gözde? Yaa, ne kadar güzel olmuş. Bunu kesinlikle baban da görmeli.” İçimi mi? Sorulmaz öyle. Kâğıdı bıraktığı yerden mavi dosyasının içine koydu ve annesinin, babasının eve dönmesine iki saat kala ortaya attığı bu gösterim mevzusunu unutmasını, doğrusu zaten unutacağına emin olduğundan isteğini başkaca bir şeye yöneltip bir an önce buradan gitmeyi arzuladı. 

Ayrılmak en doğrusu deniyordu, gidenlerin gitmeye bin sebep buluyordu, hepsi de makul isteklerdi, gitmek iyiydi, iyileştirecekti ama buraya bağlandığımız iplerde bir şey vardı, sanki ipler sonradan sarılmamıştı, hep bizde gibiydi. Kırmızı sandalyesini çekti kendine, annesinin koridordan salona gidişini, gözden yitişini izledi. Sadece gittikçe alçalan ve kanepeye oturduğunda sabitlenen sesi bekledi. Dindi. Şimdi düşünecekti, gerçekten de gitmek lazım mıydı, dedikleri gibi acele mi ediyorduk yoksa? Bazı şeyler hallolabilir miydi, kim bilir. Okulun devam etmesinde bir problem yok, sınıftaki küçük dertler de baş ağrıtmıyor. Nedenini iyi sıralanmış cümlelerle ifade edemiyorum ama bir sorun var. Bir yerlerde zemin sallanıyor, huzursuzlanıyorum. Onlar da öyle. Çekip gidenlere bakılınca daha net görülüyor, gittikten sonraki sözleri anlamlı geliyor, gitmek evla geliyor, diyordu, bu demelerin bir başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktu. 

Şimdi sadece bir kalemde gitmeyi düşündü. Tüm gidenlerin gitmeden evvel adını sanını bilmediği yaşlı bir adamla son kez oturup konuştuğunu düşündü, fikrini sabitledi. Ben de gitsem şimdi ve konuşsak, dedi. Hazırlandı. Babasının dönüşüne kalan iki saatini buna ayıracaktı. Kırılgan ruh haline uygun gerçekleşecek bu düşte yaşlı adam sordu o da cevapladı. Sohbet çok küçük bir düzlemde tamamlanmıştı, konuştukları hepi topu şunlardı:

-Kaç yaşındasın evladım,

-Çok yaşındayım,

-Küçük bir şaka herhalde sizinkisi,

-Yok gayet doğru söylediklerim

-Çoğu insandan daha akıllısın, bu yaşında hem de,

– Teşekkür ederim, hissinizdir, öyle midir bilemem. Neticede sahici olmanız da can yakar, aldanıyor olmanız da. Vardır umarım bende de bana yetecek kadar bir akıl. Yoksa, size ve bize lazım olduğu kadarından dilerim. 

Ancak Gözde, söylenen her şeyi açtı da açtı…

Kaç yaşındasın evladım, on sekiz, evin barkın yok mu, niye dışarda kalıyorsun, var ama dönemem, niye evladım neyden çekiniyorsun yardımcı olalım, çünkü efendim bilmiyorsunuz ki ben de bilmiyorum. gidenler bilmiyorlar. zorlamayalım. gerekirse anlamayalım. ama onlar gitsinler. mutlu mu olacaklarmış olsunlar. siz biliyor musunuz gidince mutlu olunmayacağını bilin. dokunmayın. bizim gibilerin yaktığı ateşlerden mi koruyacaksınız bizi koruyun. size engel mi oluyor muşuz oluruz. hoyratlığımız hayra alamet değil miymiş olmasın. bilinende gizlenenler vardır. biz bilemeyiz siz de bilemezsiniz ama seçilmiş, yani gidilmiş çoktan. ne yapacağız. yanacağız. öyleyse bizi ateşten koruyun. dikkatli olun, geldiğinizde sizi de yanıyor görürsek kaçarız.

Çok yaşındayım, aklım sıralı giden günleri, ayları hep karıştırıyor. Bana düzgün bir hat kalmıyor, gidiyorum ancak hep duruyormuş gibi kendime kızıyorum. Tedavi edilecek raddeye geldiğimi söylüyorlar, olabilirmiş, bu kaçınması gereken bir şey değilmiş, pek çokları bu aşamalardan geçiyormuş, benimki de bir aşamaymış ve geçermişim, endişe etmemeliymişim, çoktan seçmeli anketleri doldurmalı ve sorulara doğru yanıtları verdiğime emin olmalıymışım, doğru dendiğinde kaygılanacağımı bildiklerinden daha derin izahlara başvurarak ne demek istediklerini açıkladılar, senin için doğru cevap neyse onu seçeceksin, yani mesela ne kadar sıklıkta kendini yalnız hissediyorsan onu işaretleyeceksin, şıklarda tasarlanmış her şey, bir insan bu testlere göre en fazla bir yıl kendini yalnız hissedebilirmiş, bu mümkün mü, bir takım veriler sonucunda, alanında uzman kırk kişiyle hazırlandığı yazıyor sorunun başında, hayır en başa dönmedik bu bilgi için, bunlar soruların kenarındaki soru işareti kutucuğuna tıklayınca çıkıyor, her sorunun yanına koymuşlar, hiç unutulmasın diye (mi). Düşünüyorum, Tarkovski okumuşlar mıdır, insan kendisiyle vakit geçirmeyi yalnızlık kabul etmeyecek kadar kendini yetiştirmeli sözünü, testi hazırlamadan önce kullanmışlar mıdır, bunu bilebilir miyiz, biz yani Gözde Hanım, kendimizi Tarkovski’nin muhatabı olarak gördüğümüzden kendimizi yalnız hissetmiyoruz ama bir başımızayız, uzunca bir süredir. Bir yıl mı kendi kendinesiniz derseniz bilmiyoruz ama Tarkovsi’yi yedi yıl önce tanıdık, yedi yıldır kendimizi bu konuda eyliyoruz. Yedi yıldır babamın gençlik ajandasına bu sözün ne maksatla girdiğini düşünüyor ve babamın beni anlayacağı yalnızlık denemelerimden kaçıyorum. Kendi başıma sırıtmamaya dikkat ediyor ve mümkünse pencere önlerinde çok durmamaya çalışıyorum, çoğunlukla evden arkadaşlarımla buluşmaya diye çıkıp sahile iniyor ya da kalabalık caddelere karışıyorum. Günlükte on yedi yaşında genç bir delikanlının eğer bir gün oğlu ya da kızının ona yalnızlıktan dem vurduğunu söylerse şu günlerini anlatacağı ve bu defteri ona emanet edeceği yazılı. Aksi takdirde yazdıklarıyla beraber bu defteri yakacakmış. Şimdi efendim ateşin tam olarak nereden çıktığını görüyor musunuz, evet bence de biraz çekilmelisiniz…

Küçük bir şaka herhalde sizinkisi, trajedileri çok sevmişimdir, çok önceleri bir gün iki elim farklı iki elle sarmalanmış ayaklarım ara sıra yerden kesiliyor ve kahkahalara gömülüyorken tiyatroya gidiyorduk, ilk kez sahneyi orada gördüm, gösteri başlayınca ışıklar kapandı, ellerimi annemin eteğine ve babamın saatine uzattım, onlar birbirlerine bakıp sessizce güldüler, sırtımı sıvazlayıp beni sakinleştirdikleri zaman ben de sırıttım, hatırlıyorsun değil mi anne, babamın sana yolladığı son mektubunda biz seninle hemen bu anı düşlemiştik, ben aranızda kalıyordum ve siz benim görmediğim anlarda bu küçük çemberi duygularınızla büyülüyordunuz, işte, yaşanıyor, sevinelim… unutulur mu korkuyu beklerken idi sahnede oynanan, oturan adam çok üzgündü, sürekli düşünüyordu, o görünürde susuyordu ama bizim görmediğimiz bir yerde biri durmaksızın konuşuyordu, meğer zihniymiş o konuşan ses, biz de dinliyormuşuz, nedense zihninin konuşan sesini duymuyor gibiydi adam sadece biz duyuyor gibiydik, annemlere soramadım, çekindim, oyun devam etti. Çıkışta zihnimden hiçbir şey geçmesin istedim, geçtiğinde de hemen söyledim. Çünkü korktum, zihnimden geçenlerin biri tarafından seslendirilmesinden korktum. Üstelik çok ciddi biçimde. Kendi içimdeki bu sert kurallı oyunun beni acımasızca kısıtladığını görünce canın sıkıldı herhalde, dedin ya anne, o an yıkıldım. Sıktım da düşünmedim dediğim ne varsa sende hepsi var sandım. Çok utandım, ağladım, oturup sana oyunumu anlattım. Sıkıca sarıldın bana, anlaştık ve babama bunu anlatmadık. Sen lavaboya diye gittiğinde ben bu sırrı gözlerimde taşır dururken babamla göz göze geldik. Sana yemin ederim orada dahi anlatmadım.

Yok gayet doğru söylediklerim, hiçbir yalan tarafı yok. Sadece yaşadıklarımı anlatıyorum. Hoş gerçi gizliyorum ama belli oluyor herhalde ama şükür ki gençlik bunalımları diye bir şey var, oraya atıyorsun çoğunu da çok irdelenmeden kaçabiliyorsun. Bir kaçış da değil benimkisi. Aksine uğraşılsın çok isterim ama görüyorum ki çözüm odaklı herkes. Her şey çoktan düşünülmüş, tüm boşluklar kapanmış, tüm bulmacalar çözülmüş, bilinmeyen diye bir şey yok varsa da üstü kapanmış, bir bilinmezlik bile uyduramıyor şu çağda insan. Ne çok isterdim şu yaşadığım durumun isimsiz kalmasını. Neyin var dediklerinde bilmiyorum dememin makul ve anlaşılır bir cevap olmasını. Şimdi inanmıyorlar bilmediğime. Biliyorsundur canım deniyor. Bilsem demem mi, demem gerçi, siz yabancısınız, nerden mi biliyorum, çünkü ancak yabancılar canım der. Gördünüz işte, buna bile inanmıyorsunuz, siz tam bir yabancısınız, çünkü ancak yabancılar inanmamayı tercih ederler. 

Söylediklerimin yakınlarımda ulaştığı bir yer var, bak şu yüzden taktı kafasını diyorlar. Ne kadar da doğrular, ben bile düşününce ondan olabilir diyorum oysa ne kadar da yanlışlar bilmiyorlar ki onu çok oldu öteleyeli. Elbette bu durumdan suçlanamazlar. Hayatımın detayları yüzünden yargılanamazlar. Başkalarının hayatlarına duydukları ilgi kadar benim hayatıma olan yabancılıkları da doğal karşılanmalı. Biz, Gözde Hanım, bazı şeyleri anlayarak devam etmeliyiz. 

Gözde Hanım, baştan söyleyeyim, bir gün hayat karşısında ağır bir yenilgiye uğrayacaksınız, ezileceksiniz ancak bu herhangi bir dış müdahale kaynaklı olmayacak, bu tamamen sizin beklentilerinizin altına serilmiş kaygan zemin kaynaklı olacak. Sizi büyüten aileniz, o ailede gördükleriniz, yetiştiğiniz çevre, duygularınız, sevinçleriniz, karamsar ruh haliniz bunların hepsinin ortalaması oluşturuyor bu zemini, siz bu karmaşanın üzerindeki boşluklara büyüdükçe oluşan beklentilerinizi ekeceksiniz. Zeminimizin altında onun devam edebileceği bir yol varsa, daha önce oluşmuşsa, “bizde o kapasite varsa” sevineceğiz, karşılık bulduk ya, olduğumuz yere sığamayacağız. Ama eğer yoksa, aşağının bizden umudu başkaysa, onu karşılayamadıkça yerine sunduklarımız oraya uymadıkça kırılacağız. Yorulacağız. Beynimiz, bedenimiz bu gelgitlerde harap olacak. Getireceğiz sürekli ama elimiz boş döneceğiz. O halde ne bu taşıdığımız, sırtımızda yuva yaptığımız, düşmesin diye yerini sabitlediğimiz, soracağız… 

Çoğu insandan daha akıllısın, bu yaşında hem de, akıl bir nimet değil amca. Sorsan herkeste var az çok. Ne ehemmiyeti var ama. Ne kadar salim bir akıl var sende, değil mi, bunlar önemli. Nenem derdi ki herkes kendi aklını beğenirmiş de akıllar nazar olmazmış. Başkasında bizden üstesi yok diye akıl aranmıyor. Soruyorum amca akıl nimet olsaydı aranmaz mıydı? Görüldüğünde el üstünde tutulmaz mıydı? 

Neneme sorardım, bu sözleri sen mi söylüyorsun yoksa birinden mi duydun, ah evladım derdi, bunların peşine düşülmez ki, sözün müellifi aranmaz ki, asıl olan sözün kendisidir, sözün kendisine ehemmiyet verilir, söyleyene değil, ben ha anamdan duymuşum ha babamdan, ha da eşraftan ne fark eder, kim bilir kim demiş. Buraya takılma sen. Kendine acı. Kibrine acı. Bak boş bırakınca akıl neleri düşünüyor, insan kendine bakmalı kızım, neyim tam neyim yarım saymalı. Sen de büyüyeceksin evladın, torunun olacak. Anlayacaksın bu dediklerimi. Herkes farklı gençlik, farklı olgunluk, farklı ihtiyarlık yaşar ama tecrübe birdir. Kimi az tadar, kimi içine batar. Bakalım sen kimlerden olacaksın… Ben daha kimlerden olamadığım gibi benlerden de olamadım ama bu sözleri de hiç unutmadım. Bunlar o kadar tesirliydi ki amca, nenemi dinlerken tüylerimin hareketini, derimin nasıl çekildiğini görmeliydin, adeta ruhum dışarı çıkıyor, içeride olduğunu söylüyor, onu bırakacağım yeri bana haber veriyordu. Ben sanki hep onu böyle eylemeliymişim de suyunu ekmeğini sağda solda kesiyormuşum gibi çırpınıyordu. Dayanamıyordum, neneme de anlatamıyordum, ne diyecektim. Nenem, içim kıvrılıyor sen böyle konuşunca, canım hep konuşmanı istiyor, yanından ayrılmayı hiç istemiyorum, oturup burada şu sözlerin ağırlığında, hafifliğinde bilmiyorum daha neliğinde bir ömür geçirmek istiyorum, mu. Nasıl izah edilir, edilmez ki.

Gitmekten bahsediyorum ya aslında hep buraya gelmek istiyorum. Çünkü bu yok, bu hiçbir yerde yok. Bulamıyorum. Deniyor ki, yani okuduğum kitaplar diyor ki, “Yaşam bir daha aynısını yaşayamadığımız küçük anlardan ibarettir, her zaman aynı lezzetleri yaşayamazsın, yeri geldi sınanacaksın, aylarca diğer ayları bekleyecek, beklediğin gelince de beklediğin hali onda bulamayacaksın, dünya bu, umudunu eritecek, bildiğini yerle bir edecek, bilmediğini gök kılıp sana çatı olacak, bir yandan kuracak, bir yandan yıkacak. Alışıyorum demene engel olacak yine de alışacaksın, buymuş işte, hayat bu kadarmış diyeceksin.” Buradan ne anlamalıysam onu çekip çıkarıyorum desem kendimi kandırırım. Bunlar böyle duruyor oldukları yerde ben sadece üstünden geçiyorum, yanına kıvrılıyorum. Anlıyor gibi oluyor yine anlamıyorum. Nenem ben ne istediğimi bilmiyorum ama sen konuş ben de dinleyeyim istiyorum. Böyle mi desem. Galiba ne yapsam ortalık hep karışacak… 

Dağılsın kızım, sonra toplarsın deyince annem, keşke sadece odamdan bahsetmese, sana kibar gelen aklımı da o kümeye dahil etse. Dağılınca dert etmesem.

Teşekkür ederim, hissinizdir, öyle midir bilemem. Neticede sahici olmanız da can yakar, aldanıyor olmanız da, vardır umarım bende de bana yetecek kadar bir akıl. Yoksa, size ve bize lazım olduğu kadarından dilerim. 

Akşam babası geldi, annesi ona kapıda sarıldı, içeri geçtiler. Gözde annesinin gözünün içine baktı, babası Gözde’ye baktı. Gözde sonra babasına baktı, annesi Gözde’ye baktı. Son kertede hepsi yeniden bu bakışmaları tekrarladı. Sonra annesi “Eee daha ne bekliyoruz, hadi sofraya.” dedi. Babası ve annesi mutfağa geçerken Gözde odasına çekildi, annesi onu tekrar çağırdı, Gözde geliyorum dedi ve mavi kapaklı dosyanın içindeki kağıdı çıkardı, arkasına, sağ alt köşesine “sorulmadı” yazdı. Her ne kadar çizdiği resmi göstermek istemese de mutfağa geçtiğinde son kez annesinin verdiği sözü hatırlamasını bekledi, ancak beklediği gibi olmadı. Geçen süre boyunca huzursuzluğu arttı, dileği de bir an önce sönmek için hızlıca yanan mumlar gibi kısa ateşiyle hemen söndü. 

Uzun sessizlik sonrası annesi sofrada yemeğin tuzunu sordu ve yarınki tiyatrodan bahsetti. Gitsinler miydi? 

Sayı: Sayı 05

Kategori: Öykü

Yazar: Sefa Fırat