Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Halim Ağanın Kıyametin Doğacağı Vakti Bilmesidir

Gereğinden fazla izah kişinin kalbini kırar. Duyan duyduğunu anlar da vakitlice başkaca bir kapının önünde çok oyalandığından şimdi ona açılan yeni kapıyı görmez bile, oysa kapı açılmıştır bir kere, rüzgar eser de eser, tüm ağırlığını hissettirir. O, mutlak bir alışkanlık gereği önünde durmakla muvaffak olduğunu sandığı kapının sağına soluna bakar, elini havada gezdirir de bir nefese dahi denk gelmez, sorar kendine, o zaman bu rüzgar nereden gelmektedir, kim ona bunu getirmiştir. Düşünür düşünür de anlamaz. Olsun, çare denirse buna, çare yine oradadır. Çünkü açığa vurup anlamadım dese de gizleyip, sakınıp hiçbir şey demese de anlatan onun halinden olanı biteni tayin edecek, ona yeniden yeniden anlatacaktır. Biliriz ki, anlatan her daim aynıdır. Bak işte anlamadı deyip, yakına yakına anlaşılabilmek pahasına kendini harcayacaktır, anlaması için elli yoldan dolanacaktır. Halbuki dinleyicimiz, kapanmamış bir kapının önünde, çok kadim bir hatıranın ayarsız gelişinde oyalanıyorken onu oradan çekmek, ona açılan yeni kapıyı göstermek kolay mıdır? 

Anlatan kendini yordukça, anlattığı elinde ufalandıkça, sözün değeri azalır. Bunu o kadar derinden hisseder ki yüzü buruşur, hevesi söner, içi çekilir. Anlamayan -kadim hatıranın kapısını hep açık bırakan da- bilemediği yerden kuvvetlice esen bu rüzgarın nedenini merak eder ama sormak istemez, kendisine anlatılsın da istemez. Bırakalım kendisi bulsun, denilsin ister. Çünkü ona mühlet verilmelidir, kalbine ilham için şans verilmelidir. Gelir ya da gelmez, bu müphemi bildiğinden biraz da onu istemektedir zaten. Kolundan tutmak lazımdır o zaman yorgun anlatıcımızın, kulağına da fısıldamak. Mevzu bir şeyi anlatmak değil demek belki, ama kendi de ilimden mahrum değildir ya, biliyordur zaten mevzunun anlatmak değil anlamak olduğunu. O halde akıl verenin de akıllı olması ne elzem bir durumdur, oysa insan ne akılsız bir yumrudur. Açsan denizinde boğulursun, sıksan gücünde yorulursun. Onu ne yapsak peki? Bir bileni var mıdır? Bulur muyuz?

Kalktı, duvara baktı. Tülün arkasından dışarıya baktı. Pencereden kendisine baktı. Ne gördü de daraldı ne düşündü de sıkıldı sorulmaz, çünkü malumdur, sebebe sonuç çok. Yaşanıyor en nihayetinde, bundan daha açık bir neden var mı?

Saate bakacaktı, huysuzlandı, bakmadı. Lüzumsuzdu zaten, işi yoktu vakitle. Geçen geçerdi, zaman alışıktı, onun alışıp alışmaması mühim değildi. Olan da buydu. Özeti geçilecek, birazdan hayatına baktığında gözüne girecek küçücük ömrü şuncacıktan ibaretti. 

Alışabildin mi?

Aşabildin mi? 

Belli bir yaştan sonra insan anlar diyorlar, gençliğindeki toylukları yapmaz diyorlar, hatalarını açık açık görür diyorlar, öyle ki göz göre göre göre körelir diyorlar. Hissetmeye başlarmışsın ondan sonra. Sırıtır dururmuşsun. Manasızca. “Dede sen yaşlandın mı?” derlermiş, sırıtırmışsın, “Amca seni bundan sonra alıcam.” derlermiş, sırıtırmışsın, “Sen ne bırakacaksın Halim Ağa çoluk çocuğuna?” derlermiş, sırıtırmışsın, hatta eşin “Bey, odunları doldur da sütü kaynatayım.” dermiş ona bile sırıtırmışsın. Kimseyle konuşmak istemediğin gerçeğini de torunlarından başkası kondurmazmış sana. Başka herkes bilir de sustu, boş konuşmadı da sustu, az sonra yapacak da sustu diye hükmeder, böylece onların gözlerinde daha da yükselirmişsin. Oysa gerçek bu mu Halim Ağa? İnsanlar bilmiyor mu, doktora da gitmiyor mu; yaşlanınca çocuklaşır insan. Anlayan çocuk olur. Ağlayan çocuğu geride bırakmıştır. Anlar anlar burulur. Şu memleket işleri mesela, suyun ne zaman kaynayacağı, komşunun ne zaman sana sırt çevireceği, hakimlerin ne zaman adaleti paylayacağı, kravatlıların ne zaman tarlada seninle bir o tarafa bir bu tarafa turlayacağı yüksek ökçe, mavi gökçe sana işittirilir. Haberin olur. Yaşadıklarının, duyduklarının, gördüklerinin mükafatı da budur. Bak anlıyorsun işte, dünyayı çözdün, yirmili yaşlarına dönüp anlatabiliriz, dünya bu diyebiliriz. Hallolacak merkeze gidip paçamızı kestirebilir, traşımızı olabiliriz. Hayallerimiz vardı ya, işte onlara dönebiliriz. 

Ola ki bağcığımızın ayağımızı değil de kafamızı sıktığını unutursak, görmezden gelirsek, anlamakmış marifet diyebilirsek, halimiz elverirse, yaşamak birden çok mühim gelirse biz de işimize koyulabiliriz. Geçmişi unutabilirsek, ilk aşkımıza karşı uzanan ele şimdi gül yerine diken verebilirsek, hikmeti kendinden sayanlara attığımız adımları geri döndürebilirsek, babamıza görücü usulünün on yedi yaşın hoyratlığından değil de işin çiğliğinden sebep bize makul gelmediğini mezarı başında hatırlayıp da kalbini kırmaktan vazgeçebilirsek, anamıza yetemediğimiz yerleri göstermekten geri durabilirsek, dünyayı öteye beriye çeke bıraka adam edeceğimizi sanmalarımızı işin aslıyla yüzleştirebilirsek bizden olacak. Bu her şeyi anlamaklarımızın bizi acıtacak yeri kalmayacak, sırıtışlarımızın herkeste bıraktığı dağınık anlamlar bize yük gelmeyecek. O öyle tamam, ama o da öyleymiş diyeceğiz. Ferahlayacağız. Kendimize iyilik edeceğiz. Lazımmış ve sıkılıp durmak da makbule geçecek bir şey bulmak boşmuş diyeceğiz. He Halim Ağa, gerçekten yapar mıyız böyle, muvaffak olur muyuz? 

İnandıkça şüphesi artan nefsimizi güzel bir çalımla yerde bırakır mıyız?

Çoğaldıkça derdi artan insanlığa böyle de yaşanıyor umudu olur muyuz?

Yoksa tamamiyle -tamamıylanın kulakta tırmaladığı yerleri dolansa inan tamamıyla diyeceğim ama olmuyor- anlaşılmaktan mı korkarız? 

Acaba bize, kendimizi çok sunuyoruz gibi mi geliyor? Her gün üstümüze dikilen bakışların altındaki sorumluluğun çekincesi bizi yoruyor mu? Gereğinden fazla izah gerçekten kişinin kalbini kırıyor mu? Şimdi susmalı mı? Başa dönecek okuru kendi girdabında bırakmalı mı? 

Bu yazılanlar bir günlük olsaydı, bu günlüğü şimdi habersizce son kez atacağımız tarihle kapatır mıydık? 

Şu okunan sela da günlüğümüzün mü olurdu? Bugün Cuma’ysa ve öğlense, kıyamet… 

İşte bugün doğmuş olurdu. 

Sayı: Sayı 03

Kategori: Öykü

Yazar: Sefa Fırat