Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Güneş Gibi Ol

Çamaşırlar çabucak kurudu oh! Bahar mevsimi gelmiş, güneşli günlere erişilmişti bin şükür. İşçimen bir kadın maharetli elleriyle, çarçabuk topladı çamaşırları. Sevincinden bir de türkü söyleyecekti ki, dakika başı balkona sigara içmeye çıkan  mendebur alt kat komşulara sesi gider diye korktu da içine gömdü hevesini. Komşuluk edilecek insanlar değillerdi. Bir ‘günaydın‘ bir ‘hayırlı günler‘ demeyi kendilerine zül sayarlar, diyecek olana da bir bakış bakarlardı ki aman ya Rabbi! Dediğine diyeceğine bin pişman ederlerdi adamı. Bir keresinde elleriyle yağlama yapmıştı da bin hevesle kapılarına dayanmıştı. İçerden sesler geliyor olmasına karşın kapıyı açan olmadı ilkin. Bekledi, bekledi… Gözetleme deliğinden baktıklarını hissetti. En sevimli hâliyle gülümsedi dürbüne doğru. Geberirlerdi açıverselerdi ya, bir şey istemek bir yana bir şey verecekti. Neden sonra ağır ağır açıldı kapı. Açan kişi kapıyı yarım açmış, şöyle bir uzatmıştı başını. “Buyrun” demişti ciddi bir tonda. “Yağla… Yağlama yapıverdiydim de dedim altlı üstlü oturuyoruz, koku gider illa komşulara, size yani”  ‘Yok‘ dedi kadın. ‘Biz bu tip şeyler tüketmiyoruz, sağolun‘ dedi, demesiyle de bir oldu kapının çat diye kapanması… Söylene söylene çıktı evinin merdivenlerini. “Tüketmezsiniz de o yağ bağlayan vücut, o kilolar neden sebep diye sormazlar mı adama? Hem yemeyiz desen ya şuna, tüketmeyiz ne demekse?” diye söylenip durmuştu bütün gün. Aman neyse üf, şu gudubetle sıkamam canımı diye düşünüp, eliyle bir sineği kovuyormuşcasına kovmaya çalıştı düşüncesini.

Güneşli günler nasıl da güzeldi, sevecendi, yaşamı kolay ve aydınlık kılardı. Çocukluğundan bu yana buna inanırdı. Güneşli bir günde kahır çekmek, kapalı ve kasvetli bir günün neşesinden yeğdi Sabire’ye göre. Sabire hanım demeyeceğiz zira o hiç hanım olamadı, hep Sabire oldu, salt Sabire. Gözlerini kısıp da güneşe bakarken de Sabire. Rahmetli eşiyle evlenmemek için kendini yerden yere atarken, annesinin gözlerinde bir damla  merhamet arayıp da yalnızca çatık bir kaş ve hırçın bir nazarla karşılaştığında da sadece Sabire’ydi. Kan çanağına dönmüş gözleriyle, “Anam gibi olmayacam, billaha da olmayacam” diye kendi kendine ant verdiğinde de sadece Sabire idi.

Öyle yürekten dilemişti ki kız annesi olmayı. Kızının bir dediğini ikiletmeyecek, gül yapraklarına saracak, sultan gibi büyütecekti onu. Kem söz işitmeyecekti kimselerden ahusu. Kem gözler bir kez olsun nazar edemeyecekti ona. Vakti zamanı gelip de Kadir Mevla ol deyince de, kızının istediğine, gönlünün he dediğine verecekti kızını. Öyle çok istemişti ki kız annesi olmayı, Rabbi ona bir değil iki kız evlat nasip etmişti. Kızlarını bağrına basarken bir türlü gönlüne sindiremediği eşini bile basmıştı bağrına. Madem babalarıydı kızlarının, o da kıymetliydi artık.

Biri Şermin biri Belkıs. Büyüğü Şermin’di. Onu biraz kendisine benzetirdi en çok da Şermin’in babasına. Öyle derdi; Şermin’in babası, Belkıs’ın babası. İçine ancak bu vasfıyla sindirebilmesinden sebep olsa gerek içinden geçirirken bile eşim diyemezdi. Şermin, babası gibiydi tembeldi, sarsaktı biraz, bir iş buyur oyalansın dursun hiç olmadı işi başkasına buyursun. İçtenliğini, temiz kalbini ise kendisine benzetirdi. Rüyaları sahihdi onun da ne görse gün gibi çıkardı üç vakte. Sabire ırsi derdi, benden geçmiş. Bekârken öyleydim ben de ne zamanki evlendim, rüyama türlü vesvese, endişe karıştı, ifritlerin eli değdi…

Şermin şöyleydi böyleydi de neyse oydu. Ortadaydı, belliydi. Belkıs öyle mi ya? Belkıs’ı çözebilene aşkolsun.  Kime çekti bilinmez. Atadan soydan gelen bir asalet desen o da yoktu, köylük yerde herkes aşağı yukarı aynıydı bu kız nasıl olmuştu da böyle çenesi yukarıda, gözleri yüksekte bir kız olmuştu.

Çocukluktan bu yana hoşnut değildi anasından, Sabire adı gibi bilirdi bunu. Hep hissederdi de bir keresinde öyle bir şey yapmıştı ki Belkıs… Her hatırladığında elini kalbine koyup İnşirah okurdu. Paramparça edilmiş kalbini bütünlesin diye. Okula giderken beslenmesini yanına almayı unutmuştu Belkıs. Artık unuttu mu utandı mı konulan şeyden onu Allah bilirdi. Fark edince Sabire’nin içi yanmıştı. “Aç açına ne yapacak okulda, dersi girmez kafasına” demiş soluğu okulda almıştı. Bereket ki teneffüse denk gelmişti. Sağa sola bakınırken, kendisine çakmak çakmak bakan bir çift yeşil gözle, göz göze geldi. Nasıl da el gibiydi duruşu. Sanki onu kendisi doğurmamış, geceler boyu kollarında sallamamış, onun ve ablasının sevdasına kendisini, kocasını, kaderini sevmemiş gibi bakıyordu. Gülmekle ağlamak arasında kaldı Sabire. Bir şey söyleyecek gibi açtı ağzını fakat konuşamadı, dili damağı kurumuştu. Hiç konuşmadan verivereyim beslenmesini de gideyim hemencecik diye düşündü bir adım attı ki Belkıs’a doğru, ceylan gibi sıçradı çocuk, arkasına bile bakmadan koşarak uzaklaştı oradan.

Sabire o günü hiç unutmadı. O gün anneliğinin en büyük sınavıydı zannınca. “Hiçbir şeyi çok isteme, imtihanın olur derler, doğruymuş demek” dedi. O gün çıkardı siyahlı kahveli yemenisini başından bir daha da hiç takmadı. Diğer veliler gibi renkli eşarplar takmaya başlamıştı. Annesi kaç defa “Bebelerin eline, insafına bırakırsan kendini ne din ne don bırakır bunlar insanda alimallah” diye nasihat edecek oldu fakat Sabire oralı olmadı. O da örtü bu da örtüydü. Belkıs’tan kıymetli değildi. Hem insan gittiği yere uyum sağlamalıydı, madem kızlar şehirde büyüsün diye sılaya katlanıyorlardı, gereğini de yapacaklardı. Sabire üzerine düşeni yaptı yapmasına da Belkıs’ta bir karşılığı yoktu çabalarının.

“Eden bulurmuş demek,” derdi bazen Sabire. Kızının hali tavrı, yönü kendisine dönünce donuklaşan bakışları bazen nasıl da kendisini hatırlatıyordu ona. O da eşine karşı aynı tavır içinde değil miydi sanki? Denk değillerdi fikrince. Ne güzellik yönünden ne de akıl. Esmerdi, kavruktu teni. Şehre yerleştikten sonra buğday tene dönmüştü yüzü ama ne fayda. Sabire onu kara diye bellemişti bir kere. Almıyordu işte içi, zorla mı! Belki güzellikle verseydi annesi, bunca zor kullanmasaydı o da başka türlü görecekti eşini ama ne çare. Olan olmuş, biten bitmişti. Aklı da kıt gibi gelirdi Sabire’ye. Evlerine gelen misafirlerle konuşacak bir şey bulamaz, Sabire’nin zoruyla açtığı sohbetlerde de olmadık sözler eder, şaka yapayım derken gülünç duruma düşürürdü kendisini. Mutfakta bulunmayan şeyin ikramını isterdi herkesin önünde mesela. İnsan hiç mi düşünmez, “Bu dediğim evde bulunur mu?, hanım ikram etmeyi düşünür mü bakalım?” diye. Sabire böyle anlarda hıncından çatlayacak gibi olur, hırsından çenesi kitlenirdi. “Ah anne,” derdi. “Ah anne. Şu belayı sen sardın ya başıma, ah!” Peki onu Belkıs’ın başına saran kimdi? Rabbi böyle uygun görmüştü, ne yapsındı. Kızının kendisinden sebep böyle ızdırap çekeceğini, böyle katı kalpli birine dönüşeceğini bilse, bilse de ona fikri sorulsa “ister misin Belkıs’ın anası olmayı” diye, “Zinhar” derdi Sabire. Zinhar istemezdi.

Annesine duyduğu hıncı zavallı bir yavrudan çıkardığı bir gün vardı ki hatırladıkça yüreği daralırdı.

Doğum günüydü o gün Belkıs’ın. On ikinci yaş günü olsa gerek. Yeni evlerine taşınmışlardı. Belkıs evi arkadaşlarını davet etmeye layık bulmuştu belli ki tutturmuştu yaş günü isterim diye. Mahallenin tüm çocuklarını çağırmıştı sadece, Aycan’ı davet etmemişti. Davet etmemek bir yana ödü kopuyordu çocuğun kulağına değer de çıkar gelir diye. Ne isterdi biçare çocuktan? Severdi Sabire onu. Aman pek yürekten pek içten bir kızdı Aycan. Ona bakarken kendi çocukluğunu anımsardı. Böyle hesapsız hareket ederdi o da. Kolay kolay kusura bakmaz, gönül koymazdı her şeye. Şermin de severdi Aycan’ı da niyeyse Belkıs katlamamazdı kızcağıza. Bir bakış bakardı ki imansız, eli ayağı buz keserdi insanın. Ağzındaki lokmayı yutamazsın öyle anlarda. İçi burkulurdu Belkıs Aycan’a öyle baktıkça. Sanki onu değil de kendisini küçümser, kendisine büyüklenir gibi gelirdi. Niye böyle olmuştu bu kız? İsim insana etki eder, hesap edin de koyun derler doğruymuş demek. Kur’an’da geçiyor diye önünü ardını düşünmeden bir heves koydular Belkıs ismini. “Senin neyine prenses ismini kızına koymak be Sabire?” diye çok dövündü sonradan ama nafile. İsim konmuş, kader çoktan yazılmış, kalem kırılmıştı artık… Hazırlıklar tamamdı. Belkıs öyle titizlenmişti ki her şeye, Sabire o gün on sene yaşlanmıştı sanki. “Bu kızın isteme gününde Allah bana acısın,” diye dua edip durmuştu. Çalınan zile koşan Belkıs kapıda donup kalmış, bir söz edememişti. İşin rengini anlar anlamaz kapıya koştu Sabire. Aycan da gelmişti. Rengi kirece dönmüş kızını görmezden gelerek buyur etti çocukları içeri… Bir şekilde geçip gitti, bitti gün. Belkıs artık on iki yaşındaydı, Sabire ise otuz iki. Sabire otuz iki yaşındaydı ve kızının ne onu ne de ondan izler taşıyan birini ne kalbine ne evine buyur etmeyeceğini inkâr edilemez bir şekilde anlamıştı.  Kocası nasıl onun yaşamında yerini yadırgayan bir bitki gibi duruyorsa kendisi de Belkıs’ın yaşamında eğreti bir emanet gibi duracaktı. Belki anne olunca… hem lohusalık vs. derken bana öyle ihtiyacı olacak ki diye geçirdi içinden. Huzursuz olmuş, kendisini fırsatçı biri gibi hissetmişti. Kucağında çamaşırlar, oturduğu yerde maziye bir yolculuk yapmıştı işte. Güldü haline. Güneş batmak üzereydi, ne güzeldi ne anaçtı. Kimseye müdanası yoktu, sunardı güzelliğini cömertçe, vazifesi bitince çekilirdi evine. Üzerinde Mevlana’nın sözünün yazılı olduğu, şekerliğin içindeki tahta kaşığı hatırladı. Nasıldı o söz, Güneş gibi ol ama, nasıl ol? Ah! Ağır ağır doğruldu oturduğu yerden. Teselliye ihtiyacı vardı, bir işarete belki. Kaşığın üzerindeki cümleyi okumak üzere mutfağa yöneldi. İçinde umut gibi bir şey kıpırdadı sanki. 

11. sayımızda yer alan “Yağmurla Gelen” öyküsünün devamıdır.

Sayı: Sayı 12

Kategori: Öykü

Yazar: Şeyma Ergöktaş