Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Evet

Sürgün Dergisi Logo

Fil’e Palto Giydirmek

Kışın ilk günleriydi. İnsanlar bir telaş içinde kış hazırlıklarına başlamışlardı. Soğuğun sert vuracağı söylentileri kulaktan kulağa yayılıyor, hazırlanan domates kavanozları raflardaki yerlerini alıyordu. Kalın yünden yapılmış yorganlar seriliyor, sobalar kuruluyordu. Hayvancılık yapanlar ahırlarını toparlarken soğuk, gitgide kendini daha fazla hissettiriyordu.

Cennev Hanım çamaşırları ipten toplarken gazeteci çocuk bağıra bağıra sokaktan geçiyordu. Üstünde ince bir tişört, altında kadife şortları; açıkta kalan bacaklarıyla çok cılız görünüyordu. Burnunun çevresi kıpkırmızı olmuştu. Titriyordu, zangır zangır… Bu ecel soğuğunda olacak iş değildi böyle giyinmek.

−Oğlum, bu hâlin ne…? Giysene üstüne paltonu!

Gazeteci çocuk kardan zar zor gördüğü Cennev Hanım’a baktı. Elini gözüne siper etti ve seslendi:

– Çıkan genelgeyi duymadın mı abla? Dağ Evi, palto ve türevlerini giymeyi yasakladı!

– Ne saçma iş bu böyle?! Bu soğukta ne yapacağız biz? 

Cennev Hanım bir kız bir de oğlan annesiydi. Gazeteci çocuğu görünce içi acımıştı. Onaylamayan bir şekilde başını salladı ve içeri girip kapıyı kapadı.

Gazeteci çocuk sokaktan çıkıp saat kulesinin solunda kalan pazar sokağına girdi. Manşetleri yüksek sesle bağırıyor, gazete dağıtıyordu: 

−Yazıyor! Fatum Gazetesi, Dağ Evi’nden gelen yeni genelgeyi yazıyor! Paltoları giymeyin, yakın! Palto ve türevleri yasaklandı! Kurallara uymayanlar cezalandırılacak!

Pazarcı adamlardan biri, gazeteci çocuğa elli kuruş verip bir gazete aldı. Haberi okumaya başladı:

Dağ Evi’nden gelen yeni genelgeye göre, palto ve türevlerini giyenler okullara, kamu binalarına, hastanelere alınmayacaktır. Tek üşüyen siz değilsiniz. Palto bir çare değildir, yozlaşma ürünüdür. Soğuğu kaldırabilecek bedenlerinizi sıcağa alıştıran sizlersiniz.

 

Gazeteyi okuyan her pazarcı, ayrı ayrı maniler ya da sloganlarla satışlarına devam etti: 

−Gel ablam gel, çıkar paltoyu; al halıyı, evin ısınsın! 

−Gel ağabeyim gel! Kaz tüyü içlik! Giy içine, denize bile girersin vallahi!

Kalabalığın arasında, saçları özenle yapılmış, duruşu ve bakışlarıyla etrafa otorite yayan yaşlı bir teyze vardı. Gözleri tezgâhların arasında dolaşırken palto giymiş genç bir kızı fark etti. Hemen yanına gidip paltosunu çekiştirdi:

−Evladım, ne yapıyorsun sen öyle? Bu kuralları görmüyor musun? Çıkar şunu! Üstelik bu güzel fiziğini örtmeye ne gerek var? Hadi kızım çıkar şu paltoyu da giy güzel elbiselerini.

−Sana ne be! Fil istedi diye paltomu çıkaracak değilim. Bedenimiz alışırmış… Bunu gelsin, külahıma anlatsın. Kahrolası Dağ Evi’nden çıkmaya cesareti yok, bir de emirler yağdırıyor! Siz de ona hemen uyuyorsunuz. Soran olursa hepinizin içi sıcak tabi!

Pazardaki gözler, genç kızın üstünde zifiri sessizlikle toplandı. Kurallara uymamanın ötesinde, böyle bir üslupla isyan etmek büyük cesaret isterdi. Cesaret, belki de o dönemin en zor şeyiydi. İşten çıkarılma, okula alınmama ve en temel haklardan mahrum kalma tehdidi altında herkes başını eğiyor, itaat ediyordu. 

Ne acınası bir durumdu bu…

Yaşlı teyzenin nevri dönmüştü sanki; bir yaygara kopardı, avazı çıktığınca bağırmaya başladı:

−Bekçi! Bekçi getirin buraya! Polis, zabıta ne varsa alıp götürsünler şu yobazı! Nesil sizin gibiler yüzünden mahvoluyor zaten… Ay tansiyonum düştü! Ambulans çağırın! Doktor yok mu?

Genç kız hızla oradan uzaklaşırken, pazarda olan ve hükümete sorgusuz sualsiz uyan insanlar onu itip kakıyordu. Kendisini açıklamasına fırsat bile verilmeden, kafalarının en ücra köşelerinde zaten sürgün etmişlerdi onu. Akıllarında kodlu olan itaat et komutunu, bir çoban ıslığı gibi kabullenmişlerdi.

Birinin taktığı çelmeyle yere düşen kız, onu zorla sürükleyen iki zabıta tarafından götürüldü. Dizlerinden akan kanlar kimsenin umurunda değildi. Balık tezgâhından biri, bir kova suyu yere döktü ve her şey eskisi gibi devam etti. Onların gözünde yaşananlar bu kadar geçiciydi işte…

***

Gazeteci çocuğun yolu bu sefer üniversite kampüsüne düşmüştü. Dışarıda bir kalabalık vardı. Üzerlerinde paltolar bulunan öğrenciler, kapıdaki güvenlik tarafından tek tek kontrol ediliyordu. Palto giyenler içeri alınmıyordu. 

−Çıkar üstündekini…

dedi güvenlik, kapının önünde durup geçişi engelleyerek. Saçları kömür siyahıydı; aralarda beyaz teller vardı. Muhtemelen daha kırklarının başındaydı. Üniforması eskimişti; kimi yerinde yırtıklar, kimi yerinde ise hanımının yıkarken damlattığı çamaşır suyu lekeleri vardı. 

−Ağabey, her zaman böyle geliyorum ben. Ne sorun var bunda? Bilirsin sen beni, kötü bir amacım yok ki

Görevlinin karşısındaki genç, üniversiteden mezun olmak üzereydi. Dört yıldır okuduğu bu üniversitede ilk defa böyle bir muamele görüyordu, alışık değildi ve anlamsız geliyordu. Şömineli odalarda kalan birisinden, kutup soğuğundaki üniversiteye paltosuz girilecek diye emir almak mı?

−Lafımı ikiletme, çıkar üstündekini. Yoksa yanar bunca senen. Karar senin! Düşünürken kenara geç, bekletme diğerlerini. Kızım! Çıkar paltonu, gir içeri. Alışırsın soğuğa, daha iyi olur. Zaten bilim insanları demiyor mu ‘soğuk insanı gençleştirir’ diye? Al sana kökünden çözüm!

Diyaloglar böyle ilerlerken, ikna olup paltolarını atan çok sayıda öğrenci  içeri giriyordu. Bir de bunu marifet gibi gösteriyorlardı ya! İnsan, onları tutup bu yapılanın bir aklî  soykırım olduğunu yüzlerine vura vura anlatmak istiyordu. 

Oğlan derin bir iç çekti, üniversitenin arka duvarına doğru gizlice yürümeye başladı. Artık neredeyse her sokak başı polis ya da zabıta vardı. Hadi onların olmadığı yerlerde, malum topluluğun içinden teyzeler, dayılar ve en kötüsü de kiminin kardeşleri vardı. Yürümeye devam ederken her yerde karmaşa olduğuna tanık oldu. Zorla araçlara bindirilenler… Çıkan hengamede yaralanıp hastaneye kaldırılanlar… Belki de dünya, toplumun en çirkin dönemiyle karşı karşıyaydı.

Duvara vardığında, üzerine dikenli tellerin sarıldığını gördü. Hapishane miydi burası yoksa toplama kampı mı? Ahır mıydı da hayvanlar kaçmasın diye konulmuştu bunlar? Hayır. Eskiden olsa kötü bir şey düşünmeyecekti zaten. Ama artık böyle bir dönemde, yapılan her şeyin yapılmasının sebepleri olduğuna yemin edebilirdi.

İçine bir ürperti kapladı. Paltosunu kendine daha sıkı sardı. O sıcaklığı kaybetmemeye çalışı. Kaybederse her şey giderdi; aklı, milleti ve bugüne kadar savunduğu her şey… Bir kumaş parçası deyip geçmek kolaydı tabii!

Üniversiteye bu kıyafetle girmeyeceğini anlayınca yokuşu tırmanmaya başladı. Kaldığı gecekondu, Dağ Evi’ne çok yakındı. O büyük, ihtişamlı meşe kapıyı tüm mahalle görebiliyordu. Herkes içeride ne olduğu hakkında kafasında bir şeyler kuruyor, aklınca bir dünya oluşturuyordu.

***

Dağ Evi’nin girişinde uzun, mermer bir yol vardı. Yolun iki kenarında, hiçbiri tek karışı geçmeyecek şekilde biçilmiş çimlerin arasında, üstlerinden güvercinlerin bile süzülürken iğrenip pislemekten kaçındığı Fil heykelleri duruyordu. Boy pos olmasına rağmen hiçbir şekilde insana samimiyet vermeyen bu heykeller, dekorasyon öte bir işleve sahip değildi. Bırakın ‘şuradan buradan gelme taşlar’ demeyi… Mal aynı mal!

Mermer yol bittiğinde sizi suratsız bir kâhya karşılardı. Yüzünde öyle sahte bir gülümseme, öyle sahte bir yapı vardı ki, bir gören tekrar bakar, ardından hâline şükrederdi. Üzerindeki bordo ve siyahlar ile harmanlanmış kadife takım elbise, bir sınıfı temsil eder gibiydi. Cilası eksik olmayan siyah sivri burunlu ayakkabıları, yarı kel kafası, ince cam gözlükleri ve kırık burnuyla adeta “Ben sadece bir kuklayım” diye bağırıyordu.

Üst yetkililerden Bayan Lebra’nın son model siyah arabasıyla meşe kapıdan içeri girmesiyle birlikte kâhya hemen onun yanına koşup önünde saygıyla eğildi. Saygıda kusur etmezdi kendisi(!), çok ‘beyefendiydi’. Hatta Bayan Lebra’nın da ondan pek bir farkı yoktu. Kısa, bigudilerle şekillendirilmiş sarıya boyanmış saçları, boynuna sardığı fuları, içinde siyah bluzu ve üzerinde kırmızı ceketiyle, geldiğini bin metre öteden belli ediyordu. Tık tık tıkırdayan topukluları, karakterine uymamıştı; bu kadar büyük numaraya sıfır karakter gider miydi hiç?

−Ah, hoş geldiniz Bayan Lebra. Sizi görmek ne güzel! Lütfen girin içeri, üşümeyin. O güzel elleriniz bu sert soğukta kurumasın. Buyurun, önden geçin lütfen.

Bayan Lebra, kâhyanın tiyatral eğilmesini sanki günlük bir protokolmüş gibi başıyla geçiştirdi. İçeriye adım atarken, topuklularının mermerde çıkardığı sert tıkırtı tüm boş koridora yankılandı. Koridorun sonundaki yüksek tavanlı salonda, duvara işlenmiş dev fil kabartmaları, gri bir kış bulutu gibi asılı duruyordu. Salonun ortasında, siyah smokiniyle Fil bekliyordu.

−Hoş geldin Lebra, dedi Fil. Sesi derin ve yankılıydı. 

−Bir şeyler olmuş sanırım, moralin yerinde değil gibi.

Bayan Lebra, ağır hareketlerle koltuğa yerleşti. 

−Yeni genelge işe yarıyor ama daha sertleşmemiz gerek. Hâlâ isyan edenler var. Polisler yeterince güçlü değil. Okul birincisi kızı kürsüden indirmemize rağmen kimse olayları ciddiye almıyor. Senin gibi güçlü birinden daha kalıcı hamleler beklerdim.

Fil, koca gövdesini hantalca salladı. 

−Asıl mevzunun palto olmadığını biliyorsun, canım. Üstelik son dediğin… bu küçük kalbimi çook acıttı… tch tch tch… Ama dediklerini anlıyorum. Belki de evlerine kadar girip onları sıcak tutan her şeyi ortadan kaldırmalıyız.

−Aferin. Cüssen gibi cesur kararlar ver. Böyle devam et, çünkü diğerlerinin bizden beklentileri var. Bırakalım onlar penguenler gibi birbirlerine sokulup bir köşede yaşasın, bizler ise keyfimize bakarız. Eh, her şeye rağmen bize karşı çıkan olursa…

Fil’in koca dişleri gölgede parladı 

−Olmayacak, merak etme. Ye, iç, keyfine bak ve şehri izle. Yakında  herkes kendini nasıl unutacak gör bakalım…

Tam o anda salona aniden bir titreme yayıldı. Dışarıdan gelen kısa ve kesik bir gürültü… Camların içinden yankılanan ilk taşın sesi… Ardından bir diğeri… Sonra onlarcası. Yaratan’ın sınırlarını zorlarsan olacağı buydu zaten…

−Ne oluyor be!?” diye hırladı Fil, ama sesi artık bir emir kadar keskin değildi. 

Bir kavanozun içinde sıkışmış kadar acınası bir durumdaydı. Bayan Lebra, ondan güçlü durmasını beklerken Fil, kırılan ilk camla birlikte kendini yerlere attı. Merdivenlerden yuvarlanarak indi. Ne smokin kalmıştı ortada ne de bir karizma… Koridorda koşuşturan kâhya kapıyı çarparak açtı; bağırmaya başladı. 

−Efendim! Kalabalık… Binayı sarmışlar! Ellerinde meşaleler var!

Mutfağın dev pencerelerinden biri, bir taşın isabetiyle yıldırım gibi parçalandı. Soğuk kış rüzgârı, yasaklanmış sıcağın intikamı gibi içeri doldu. İçeri yığınlar hâlinde giren halk, başka hiçbir yere dokunmadan direkt Fil’in üstüne koştu… Dışarıda meşaleler, çam ağaçlarının gölgesinde alevden kollar gibi dans ederken, Dağ Evi’nin ahşap çatıları tutuştu. Yüzyıllık kirişler birer birer inledi; duman, kış göğüne kara bir perde gibi çekildi. Bir anda kükreyen ateşin ortasında, içerideki fil kabartmaları, eriyen mumlar gibi çatırdadı. Bayan Lebra, o topuklularını bile arkasına bakmadan bıraktı ve kaçtı. Tabi Fil için aynısı söylenemezdi.

***

Ertesi sabah, duman hâlâ dağların arasında asılıydı. Kar, siyah is lekeleriyle kirlenmişti. Dağ Evi’nin yerinde, yanmış kirişler ve taş temeller dışında hiçbir şey kalmamıştı. Boy pos olmasına rağmen hiçbir şekilde insana samimiyet vermeyen işlevsiz Fil heykellerinden sadece biri geride kalmıştı, zar zor ayaktaydı. Üzerine giydirilmiş paltoyla, acı bir tezat oluşturuyordu.

Yangından sağ çıkmış bir fare, çıkardığı küçük seslerle heykele baktı ve burnunun ucu ile dokundu… Ve geriye paramparça Fil’den hiçbir şey kalmadı.

Fare, muzaffer bir şekilde hızlı adımlarıyla sokaklarda ilerledi. Cennev Hanım, çamaşırları ipten toplarken, gazeteci çocuk bağıra bağıra sokaktan geçiyordu. Üzerinde birkaç beden büyük paltosu, kolunda gazete çantasıyla büyümüşte küçülmüş gibiydi 

−Abla, haberleri duydun mu? 

−Ne haberi be oğlum?

−Giydirmişler Fil’e paltoyu!

 

Sayı: Sayı 15

Kategori: Öykü

Yazar: Eslem Ayşe Kılıç