Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Düşüş Sürgün ve Umut

Ve tüm bu olayları özetleyen ibret kokan bir süreç… Kimim ben? Nereden Geldim?
Şu anda neredeyim? Niçin geldim? Nereye gideceğim? Uçsuz bucaksız bir sahraya düşmüşüm
ne bir yol bilirim ne de el uzatacak birini. Besbelli ki bir sürgün hayatımın başlangıcıdır bu
süreç. Ey dostlar! Vuslata erişebilmek için bir varoluş gayemiz vardır, şu sahrâ-yi adem 1 ’de.
Âdem ve Havva ‘nın (a.s) bizlere bırakılmış mirasıdır bu sürgün hayatımız. Bazı evlatları bu
sürgünü illet bildi, bazıları ise ibret. Halbuki Âdemoğlu bu dünyaya lanetli ve aşağılık bir
varlık olduğu için değil! Şerefli bir mahlukat ve halife olduğu için indirilmişti. Esasında bu
sürgün ve uzak düşmüşlük psikolojisi bize karşı uygulanan gururu incitme veya sevgisiz bir
muamele değildir tabi ki. Bu sürgün hayatı sana, bana ve bize; disiplinli olmayı,
keşfedebilmeyi ve öğrenmeyi öğütlüyor. İnsanı özel yapan öğrenebilme yetisidir. Âdem
babamız (a.s) ilk yaratıldığında sadece cıvık bir çamur parçasıydı aslında. Ne zamanki ruh,
emr-i hak ile Âdem babamızı kuşattı, işte o zaman Âdem var oldu, ilmi öğrendi… Ve hatasına
gafletle yenildi. İşte bu sürgün hayatı bize hatadan ders çıkarmayı, hüznü, disiplinli olmayı ve
özlemi hatırlatmalıdır. Öğrenecek çok şey var bu misafirhanede tıpkı babamız ve annemizin
ilk yeryüzüne indiği zaman garip duyguları müşahede ettikleri gibi. Yabancı olduğumuz hiç
görmediğimiz farklı bir âleme düşmüştük, sürgün edilmiştik. Dünya denilen göğün yedi
tabaka altında bir âleme doğru. Dünya kelimesinin kökeni de zaten “alçak yer, düşük yer”
değil midir zaten? Fersah fersah uzaklardan çakıldık buraya; öyle bir düşüştür ki bizi yeniden
miraca yükseltecek yani sevgiliye, vuslata eriştirebilecek bir tövbemiz, bir de ümidimiz
vardır. Esasen bu sürgün hayatı bize korkunçluğu, zalimliği ve ümitsizliği anımsatmamalıdır
aksine düştüğümüz bu çukurda Rabbimize güçlü bir bağla yeniden kavuşma duygusunu
anımsatmalıdır. Biz bu hayata vahyin nazarıyla müşahede ettiğimizde kendimizi, bir hayvan
formunda değil, ruhu ve sevgiliye olan aşkı sebebiyle var olan sonsuzluğun bir yolcusu olarak
görürüz. Sürgün hayatını illet bilen, aşk çeşmesinin yudumunu almamış, İblis’in

1 Yokluk Çölü

direktifleriyle yolunu bulmaya çalışan kalpsiz feylesoflar ve nazariyesi tahribata uğramış
insanlar! İstediğiniz kadar “Sen basit bir organizmadan türedin, sen duygusuz ve basit bir
varlıksın” diye böğürlerini yırtarcasına her yerde çığlık atsınlar, nâfiledir bu timsah
gözyaşlarınız. Biz bu sürgün hayatının hakikati olan “tevâzu” ilminin tedrisatından geçmek
için mekânımız gerdûn-i dûn 2 olan bu dünyadır elbette. Nedir tevâzu? Kelime aslı itibarıyla
“kişinin kendisini bulunduğu yerden daha aşağı bir yere koymasıdır” yani sürgün hayatının
hakikatidir tevazu sahibi olmak ve bu beyana uymak. Ne mutlu vahyin nazarıyla bakıp,
alçakta olduklarını anlayan tevâzu sahibi insanlara! Onlar ki ümidini yitirmemiş, bir gün
tekrar kavuşacaklarına inanan ve amel eden muhabbet taifesidir… Riyakârlık ise düştüğü
çukuru cennet zanneden bedbahtların sıfatıdır. Hani bu sürgün hayatını illet bilen riyakârlar
var ya. Hah! İşte onlar çakıldığı bu dünyada kendilerini, sözüm ona her şeyden azade
olabilmeyi ve özgürlük kisvesi adı altında tıpkı hayvanlar gibi yaşamanın gururu içinde bir
manası olmayan sarp yokuştan çıkma gayretinde olanlardır. Bir kere olsun düşünmeyecek
miyim? Ben nereden geldim? Ne yapıyorum ben? Evet, aslında şunun farkındayım; kimimiz
bir çukura düşmüşüz ve dosta kavuşmayı bekliyoruz, kimimiz ise çukurda aldatıcı bir cennet
sefası sürmekte. Çukurdaki sürgün hayatımızın hâl-i pür-melâlini ayrıntılı şekilde şöyle bir
misalle açıklayayım; iki adamın aynı çukura düştüğünü hayal edin. Elbette bu iki kişi
düşerken kafalarını sert bir cisme çarpmışlardı ve ilk hafıza kaybını tatmışlardı. Biri sürekli
ümitsizlikten, kurtarılmamaktan ve kendini buraya ait hissettiğini dem vuruyordu. Ne kadar
da tanıdık değil mi? Bu arkadaş günümüzdeki bazı insanların hâl-i tercümanı resmen. Sırf
kendini cehennem için yaratılmış zanneden, sürgün hayatının öğrettiği acıyı ve özlemi yere
serenler! Tıpkı Kureyş örneği gibi “Sadece bu dünya bizim evimizdir. Biz bundan başka ev
tanımayız” diyorlardı ümitsizce. Çukurda bu sürgüne ibret nazarıyla bakan diğer arkadaşımız
da kuşların cıvıltısı, rüzgârın esintisi ve gecenin gündüzü kovalamasını bir kurtuluş alameti
olarak gördü. “Burası benim ait olduğum yer değildir, ben burada doğmadım ve muhakkak
benim vatanım daha güzeldir” der. Buradan kurtulmak için uğraşır durur, diğer arkadaşımızda
ümitsizlik hastalığından çürür. Kurtuluşu arayan arkadaşımız, tıpkı bir diğer babamız İbrahim
(a.s) gibi etrafını müşahede ediyordu, sevgiliyi arıyordu ve sürgünü bir kavuşma vasıtası
olarak görüyordu. Bu konuda babasına çekmişti. İbrahim (a.s) ümitsizlik deryasında boğulan
insanlar arasında Rabbine olan tevekkülü sayesinde kurtulmuştu. Sürgünde olduğu halde onun
hakikate olan teslimiyeti ve sevgiliye olan hasretiyle “Halilullah” mertebesine ulaştı, O’na
kavuştu. İşte sürgün hayatına illet ve ibret nazarıyla bakan iki insanın ahvali budur. Ve bu iki

2 Alçak dünya

insan tipi, bu fâni dünyada sürgün mühleti dolana kadar birbiriyle karşılacaktır. Maalesef
günümüzde birçok insanın sürgün hayatını illet bilmesinin nedenine gelecek olursak;
ruhlarının modernizmin dayanıksız ipi ile bağlı olmalarıdır. Modernizm, maneviyata olan
teslimiyet ruhumuzu körleştirdi, gözlerimizi iple bağladı resmen. Ve bu amaçlarını teknoloji
ve mekanik silahı gerçekleştirdiler. Teknoloji ve mekanik ilmi bugün fasit ruhlu insanların
elinde olduğu için artık sürgün hayatının dersini aile büyüklerimizden değil de sanal
ortamdaki TV, sosyal medya ve netflix gibi mecralardan alıyoruz. Ve bunlar maalesef az önce
belirttiğim gibi insan topluluğunun, kitlesel olarak iç alemini karartan, bireysel psikolojiyi
altüst eden fasit ruhlu insanların elindedir. Asıl amaçları ise mikro düzeyde Firavun'un,
Nemrud'un ve Karun'un ahlaki modellerini piyasaya sürmek ve âdemoğlunu hakikat
bağlamından koparmaktır. Günümüzün rol modelleri işte podyumda! Karun gibi gösteriş
yapmak, Nemrud gibi ihtiras duygusuna kapılmak ve Firavun gibi uslanma duygusunu (bir
diğer deyişle hatadan ders çıkarmamak) kaybetmek; en önemli ortak yönleri ise sürgün
hayatındaki özlem duygusunu yitirmiş olmalarıdır. Ve bu rol modellerin oluşmasını sağlayan
ana faktör, teknoloji ilminin yanlış, ruh karartıcı bir şekilde kullanımıdır. Elbette karşı değilim
teknoloji kullanımına, sadece bizi ibadetlerimizden, hakikate olan sevgimizden ve sürgündeki
özlem duygumuzu körleştirmesin yeter. Bizlere sürgün hayatını hatırlatan dostlar gerek, Allah
yârdır diye hatırlatan dostlar. Evet, Rabbimize olan sevgimiz ve bağımızı diri tutmak için
modernizmin sahte ipine değil, Rabbimizin ipi olan Kur’an ve Resul-û Zişan Efendimiz’in
Sünnet-i Seniyye’sini sıkıca tutmalıyız ve bırakmamalıyız. Kendimizi ne evrim teorisine göre
yorumlayacağız ne de aşırı hümanist bir tavırla göklere çıkaracağız. Biz sadece Yâr’in
kullarıyız ve ona secde ederiz. Sürgün özlemini ve özümüzü unutturan binlerce sahte
ideolojilere secde etmeyiz. Muhammed İkbal’in deyimiyle, “Sana zor gelen o bir secde var
ya, binlerce secdeden kurtarır seni”. Nice insanın ruhunda tahassür duygusu bulunur. Ne
demek tahassür? Arapça haser, “yanıp yakılmak” sözcüğünden gelen tahassür; kavuşmak
istenen şeye duyulan derin özlemdir, yani Yâr’imize. Sürgün hayatımızı en iyi anlatan kelime
budur galiba. Netice olarak, Rabbimiz bize karşı sürgüyü çekip, hapsetmedi bu sürgün
hayatına… Ey sürgün hayatının mensubu! Ne kadar acı çekersen çek ve ne kadar isyan
edersen et, Allah Yâr’ dır. Ümitvâr ol! Hakk Teâlâ, seni yalnız bırakmaz bu çöllerde.

Sayı: Sayı 01

Kategori: Deneme

Yazar: Hikmet Şeyhanlıoğlu