Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Denizine Varmadan Yorulup Dönen Sular

Bana kalsa susardım daha çünkü olan biten etrafa yayılmamıştı. Evlerin ışıkları hâlâ kapalıydı. Bana kalsa susardım daha çünkü duymazlardı. Her şey oldukça sessiz başlamış ve sessiz bitmişti. Kendisi bir kâhindi, evet kâhindi, çünkü ancak bir kâhin olacakları önceden diline dolar ve onlar yaşanırken orada olmamayı başarabilirdi. Nesrin holün ortasına ansızın çökmüş, sakince canını teslim etmişti. 

Siyah-kırmızı flanel kumaştan yapılmış ceketi vardı üstünde. Biraz kırışır normalde böyle boylu boyunca uzanınca. Onunkinde hiçbir hat sapması yoktu. Aynada yan döner kendine şöyle bir bakar, omuz silker ve ellerinin içiyle yakasından aşağı inerdi. Ütü vururdu bir nevi. Şimdi aynen o şekilde, elleri de son hamlenin yorgunluğuyla yanlara doğru yatmış durumda. 

Saatlerce bekleyebilir, kılımı kıpırdatmadan öylece durabilirim. Ancak onunla konuşmayı unutamıyorum. Ruhunu teslim ettiğini bilsem bile ona olanlardan ve olamayacaklardan bahsedeceğim. 

Öncelikle bu türden bir ölümü böyle sakin karşılamamın aptalca olduğunu söylemek ve tavrımın nevrotik olduğunu düşünmek ilk bakışta hayli doğal ama gerçeklerin bunlara karşı bir duvar ördüğünü de görmek gerek. Nesrin kâhindi. Bundan iki ay önce bana yakın zamanda öleceğini tüm detaylarıyla; üstündeki ceketinin rengini, tam olarak nereye ne konumda düşeceğini, arkasından ağlayan tek kişinin ben olacağımı ancak bu ağlamanın zamanını ayarlayamayacağımı anlattı. Daha önce şahit olduğum öngörülerinin keskinliğini bildiğimden bunu bana neden söylediğini sordum. Cevap vermedi. Sustu. İçini çekti. “Derinliği olan şeyler asla tek kişiyle yetinmez, başkalarını da rahatsız etmek isterler.” dedi. Daha söylerken sesindeki ciddilikle başka türlüsünün önünü kapatmış ve ona inanmakta beni çaresiz bırakmıştı. O günden bugüne hep hayalimde bu anı yaşadım. Holün o köşesinin kenarından geçip işe öyle gittim. Eve geldiğimde kapıyı hep tedirgin açtım, günlerde hep o günü aradım, bazen yanıldım, geçen hafta çarşamba günü ölümüne yakın bir gün geçirdim. Çoğu alamet karşılanmıştı geriye sadece onun canı kalmıştı. Kehanetlere önceden tavır alınamıyor. Olacakları çoktan kabul etmiştim ancak ona vaktin gelip gelmediğini sormaya çekiniyordum. Sessizce karşılamak istedim. Susarsam eğer, daha kolay kabullenirim gibi hissettim. Beklediğim gibi olmadı. O gün ölmedi. Bugün gibi, tekrarı çoğu kez yaşanmış bir günde öldü. Gözlerinde ölümü karşılamanın, onu içtenlikle kabul etmenin sakinliği vardı. Başlangıçta vücudunda herhangi bir katılık olmadı, yüzünün rengi de normaldi, bir an bunlar beni yanılttı. Hâlâ yaşıyor sandım. Düşüşünü sıradan bir düşüş -öldürmeyeninden- olarak karşılayacak, onu ayağa kaldıracaktım. Ancak eline uzandığımda kehanetlerden en büyüğü olan avucunun içini saran dikeni gördüm… 

O an ona hiç haber edilmemiş bir sonrayı içimde hazır buldum. Tiyatral bir sahne içimde tüm dekorlarıyla yer aldı ve metin kendisini okumamı bekledi. Perdeler açıldı, o bana bunlardan hiç bahsetmemişti. Ne yapacağımı bilmiyordum. Üstümde ışık vardı, seyircinin olduğu taraf karanlıktı. En arkada sönük bir ışık yanıp söndü, sonra kapandı, sanırım konuşmamı, oyunun başlamasını bekliyordu.        

“Dileğiniz gerçekleşmiş durumda madam, sessiz sedasız ayrıldınız bu dünyadan, bahsettiğiniz gibi en sevdiğiniz ceketiniz sırtınızda, ben de başınızdayım. Ne yapacağımı bilmiyorum, aslında hiç kıpırdamamak gibi bir çılgınlık var aklımda. Çılgınlık diyorum çünkü siz bu türden duraksamalarımı böyle özetlerdiniz. Hatta şu an konuşabiliyor olsaydınız, hemen araya girer, “neredenmiş o?” derdiniz… Tekrarlarınızla sizi hatırlamak ne güzel, bir bilseniz… Aslında bu sorunuzla beni hep afallatırdınız; bu nasıl bir sorudur ki bana kaç kere ademi hatırlattı durdu, Tanrı aşkına nasıl bir ilham bu, nasıl bir yeteneğiniz var madam, nasıl başarıyorsunuz bunu? Üstelik burada yeteneğin bende olduğunu söylüyordunuz; cümlelerinizin bahsetmediği anlamlara uzanabiliyor, oralardan alınacak güzellikleri bir bir size getirebiliyormuşum, hüner bendeymiş, hayır, hayır, asla, büsbütün yanılıyorsunuz. Bana o yolları gösteren sizdiniz, bunu inkar edemezsiniz. Olanları böyle kendinizden uzak tutarak incelik ediyordunuz, size ne de yakışıyordu, biliyorum, çünkü yüreğiniz, fıtratınız başka türlü davranmayı bilmiyordu. Tüm tılsımlı anlatıları yerlerinin ancak sizde saklı kalacağı yuvanızdan çıkarıyor ve gerisin geri yerlerine iliştiriyordunuz. Özverinize diyecek bir şey yoktu ama kaçırdığınız şeyler vardı. Muhatabınızın gücünü ve zekasını hiç merak etmiyordunuz. Bir bakmanız gerekmez miydi? Acaba harcadığınız çabaya değecek miydi? Her dem sizden dinlediklerimle bana cevap hakkını sunuyor, önüme cümleleri yığıyordunuz, öyle ki o kalabalıkta size düzgün bir cümle sunmakla kabalık edeceğimi düşünüyordum, ayağım kelimelerle sarılı halde ne desem paylanıyordum, hayır siz değil, ben kendimi paylıyordum, size layık olmadığımı gün geçtikçe anlıyor yine de size anlatamıyordum… Vazgeçmeyi, cesaret edip dile getirmeyi bilmeyenler gibi her şeyciklerini yitirmiş, yığınla cesedin arasında size hâlâ yaşayan bir şey gösteriyordum, ne aptalca… Ölünmesi gereken savaştan sağ salim yanınıza gelmiş olmamın mahcubiyeti yetmiyor, kimlerin olduğu artık bilinmeyen farklı uzuvların üstüne basmakla büyük bir günah işliyordum, size onu demişim bunu demişim, ne önemi vardı? Söyleyin, sözlerin ne önemi vardı, savaşı kaybetmiş değil miydik, size gelmemin ne önemi vardı? Ama öyle demeyin, olur da bağışlasaydınız beni yücelik etmiş olurdunuz, benim gibi bir sefile yaşam umudu olurdunuz. Kendimi yüreklendirdiğim anları hatırlayın. O vakitler gözlerimdeki ateşi görüyor muydunuz? Güçlü bir kavganın eseriydi o yangın. Gerçekler o kadar gün yüzündeydi ki onları görmezden gelmeye çalıştıkça hayattan itiliyordum. Başıboş dolanıyor, gidecek bir yer bulmakta zorlanıyordum. Olur da bu yangının doğal olduğunu, aradığınızın ancak böyle çetin bir mücadeleyi göze alacak bir sefille hallolacağını söylersiniz diye kaç gece aman diledim. Sustum da diledim, gözlerimle diledim. Açıp da ağzımı demem gerekiyorduysa da bilemedim… 

İlk oyunumuzu hatırlıyor musunuz? Cevap vermenizi beklemiyorum tabi, sadece dinleyin. Endişelenmeyin madam. Sizi sözlerimle yormam eskisi gibi. Lafı çok uzatmayacağım da ama şunları bugün hatırlamanın ne zararı var, hem bir gün söyleriz diye yaşamadık mı onca şeyi? Hatırlayalım. Düne gideceğiz ama bugünmüş gibi yaşayalım. Çünkü öyledir, insan geçmişine çok bağlanırsa o günleri bugün edebilir… Pencereden pencereye bakışıyoruz. Seslerimiz yok, sırıtıp duruyoruz. Ben bir tiyatro döndürüyorum, Chaplin filminden bilindik bir kesiti ev içinde bulduğum malzemeleri önüme yığarak sahneliyorum, mimiklerimle olaya canlılık katıyorum, siz duymuyorsunuz ama bir müzik bile açıyorum işe iyice adapte olmak için. O sıra siz pencerenin karşısında mermere dirseklerinizi dayamış avuçlarınızı çenenize bastırıp başınızı sağa sola oynatıyorsunuz… Ne acırdım size o zaman. Dirseklerimi ovar, uflardım, beni taklit ederdiniz, beraber uflardık, nerede bugünler madam, neredeler, yeryüzünün silgisinden etkilenmeyen bir anımız olmayacak mı bizim? Her şey kaybolmak zorunda mı? Susmasanız, eşlik etseniz bana… Ne mümkün, benimki gerçeğine isyan eden bir istek! Yazık bana, seçemez de oldum nelerin yaşama uygun olup nelerin yaşam dışı olduğunu. Her arzusuna yenik düşen acizler gibi ben de o tatlı anların büyüsüne kapıldım. Sırtıma aldım, onunla dolaştım. Bir tek bu cekete sahipmişim ve sadece onu korumalıymışım gibi güneşin alnında dahi çıkarmadım. Hep üzerimdeydi. Ancak neye yaradı bu? 

Siz işte madam ve sizin karşı konulmaz kâhinliğiniz, bizi getirdiğiniz hale tanıklık edemediğinize hayıflanmalısınız bence. Çaresizliğimi, bu garip anın etkilerini hiç merak etmiyor muydunuz? Yoksa evvelde bu anın bir benzerini üzerimde denediniz de merakınızı böyle mi giderdiniz? Ah madam, geçmişi düşünmek, hele orada bir şey arıyorsanız, ne zor şey. Zamanın üzerinde sizin kadar hünerli değilim, yardımınız gerek, yoksa düşeceğim. Siz öyle miydiniz, en kaygan hatıraların üzerinde bile hakikatte ortalığı mahvedecek topuklularınızla hiçbir şeye zarar vermeden dans ederdiniz. Padam padam padam… Fransızlığınızı, yani Fransızlara olan yakın hayranlığınızı, sizin tabirinizle fransızlığınızı, burada tanıdım. Kıvrak bilek hareketleriniz, ince salınışlarınız, yere paralel bel bükmeleriniz, geriye doğru kayışlarınız, süzülüşleriniz, süzülüşleriniz, süzülüşleriniz, yönelttiğiniz kaç çağrıya verdiğim cevapsız bakışlarım, acemiliğimi hoş görüşünüz, yanıma değin altın orana çıkacak dönüşleriniz ve kavuşmamız, beni ayağa kaldırışınız -aslında pek görülmüş şey değil bir kadının erkeği dansa kaldırışı, benim sizi davet etmem gerekir başta, o eli benim size uzatmam, karşınızda benim eğilmem ve benim sizin gözlerinizin içine bakarken sırıtmam gerekir, biliyorsunuz, yine de geliyorsunuz- sonrasında konuşmamız,

“Ayaklarınızı yere sürterek önce sola, sonra kavis vererek eski yerine sağa, bırakın lütfen. Sakince, evet benimkiler gibi, bakın, yapıyorsunuz işte, böyle devam!”

“Sizi bir yerden getirmişler diye düşünüyorum madam, sözlerimi bölmeyin, evet aptalca da olabilir bu düşünce ancak siz ancak başka bir yerden gelmiş olacak kadar evrenim dışısınız, aynı zamanda evrenimin bağ kurabildiği en yakınısınız. Sözlerimi açmama ve sizi bulmuşken dertlerimi sıralamama imkan verin. Sizi bulmuşken diyorum ama sizi arıyor değildim, varlığınızdan haberdar dahi değildim, siz benim için hayaldiniz, gerçekliğinizin yeri yoktu, orada büyük boşluklar vardı, vaktiyle kapanmıştı. Geleceğinizi, daha doğrusu varlığınızı çok sonra öğrendim. Dedem anlatmıştı, eğer bir kere dünyaya gelmişsem benim de diğerleri gibi seçildiğimi, bazı görevlerim olduğunu ve büyülü anlamları bu dünyadayken yakalamam gerektiğini söylemişti. Çocuk aklımın alabileceği şeylerdi bunlar. İtiraz ne mümkün, hem masallar çocukken gerçekten çok daha inandırıcıdır bilirsiniz. Ne bellidir öte diyarlarda bu anlatıların yaşanmadığı, oraya gidenimiz, bir görenimiz var mı? Hem anlatılanlara inanmayacaksak bunca şey ne diye biriktirilir de biz gibi unutkan varlıklara bir müddet hatırlayalım diye anlatılır ki? O zamanlardan biliyorum işte sizi, kâhindiniz ve çevreniz sizden etkileniyordu. Bol bol hürmet görüyordunuz. Saraylarda büyüyordunuz, kocaman bir odanız vardı, şişeleriniz vardı, taşlarınız vardı, ufacık da bir kafanız. Her şeyi o ufacık kafanızda düşünüyor, tam ediyor, sonra taşlara, şişelere, odanıza ve halkınıza sunuyordunuz. Halkınızı etkilemede mahirdiniz, pek zorlanmıyordunuz. Onlar sizin için her şeyin olağan olduğuna inanıyordu. Bunu elde etmiştiniz, hiç küçümsemeyin sakın, suratınızı asmanıza izin vermem bu konuda. Az bir şey midir, inanmış bir topluluğa seslenmek? Neyi elde ettiğinizin farkında mısınız? Siz, siz her şeyden önce çok değerlisiniz, bunu bilin. Kendinize de söyleyin. Bunları söylüyorum çünkü kendi hünerinizin size dağıttığı hüzünler varmış duyduğuma göre, kimsenin sizi övmesine, yaptıklarınıza şaşırmasına ehemmiyet vermiyormuşsunuz. Kederliymişsiniz, memnuniyetinizin önüne setler kurmuş dibine kurulmuşsunuz… Bilmenizi isterim ki, daha o zamanlar sizi ayağa kaldırmak isterdim, bunca hünere, şana, şöhrete sahip biri neyi bulamadı da çaresizliğe düştü diye düşünür, anlayamazdım. Size seslenmek isterdim, denemediğimi nereden biliyorsunuz… asıl size sormalı, siz niye gelmediniz o günler bana, defalarca neyiniz var diye seslenmedim mi, masallara sıkışmışsınızdır sesinizi duymuyorumdur diye yanınıza gelmeyi denemedim mi, sahi beni görmediniz mi hiç, şimdi bu davetiniz özrünüz mü, doğrudan demek cesaretini kendinizde bulamadığınız için konuyu dağıtmaya mı çalışıyorsunuz, size karşı konulamayacak evrede sırrınızı birden açacak mısınız? Nasıl bir planınız var, bu kavisli adımların sonunda ne var, tüm adımlardan, danslardan, oyunlardan, gülüşmelerden, sarılmalardan, birbirimizi anladığımıza kendimizi ikna etmelerimizden sonra ne var? Bunları şimdi konuşalım isterim. Kâhin değil misiniz, içinizde gerçekler durmuyor mu, elbet duruyor, madem bana yöneldiniz o vakit anlatın, sonrasında farklı ne var?..”

Hayır, aptallık… Söylediklerimin hepsi aptallık… Bunları açmanın hiçbir anlamı yok. Ruhlarımız arasında bir anlamı olan şeyleri ne diye ruhumdan bedeninize uzatıyorum ki? Siz ruhunuzdan ayrıldınız artık madam… Bunları size duyurmak anlamsız aslında. Şimdi anlıyorum ve sizden duyduklarınızı unutmanızı istiyorum. Hepsini unutun. Bir aptallıktı ve geçti. Daha fazla anlatmayacağım. Burada sessizce bekleyeceğim, işime de gitmeyeceğim, istifa ediyorum, yanınızda kalacağım. Kapımızı çalan olmaz umarım, bizden haber almaya kim gelecek zaten? Bizi bizden başka tanıyan var mı? Belki işten birileri birkaç gün sonra beni arayacak olurlar ya da konukları hep değişen kahveden birileri evine ziyarete gelmek isterler. O vakit ne yapmalıyım? Gelenlere kapıyı açamam, hayır asla açamam. Bizi böyle görmelerini istemiyorum. Ya gelirlerse… 

Söylesenize madam, kehaneti gerçekleştirmenin sırası mıydı? Hem denizin karşısında olmayacak mıydık, neden bir sokak arasını seçtiniz? Evimiz ancak bir sokak arasına bakıyor, oysa denize bakan bir evimiz olursa mutluluktan ölürüm herhalde diyordunuz. Bizim hiç öyle bir evimiz olmadı madam, ama siz öldünüz… Anlamıyorum madam, hiç anlamıyorum. Kehanetinizi bana alıştıra alıştıra söylerken aslında mutsuz öleceğinizi biliyor muydunuz? Öyleyse bununla nasıl yaşadınız?

Sayı: Sayı 07

Kategori: Öykü

Yazar: Sefa Fırat