Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Dair Hevesler

Yusuf bir ikindi vakti gittiği sahafta daha önce hiç görmediği kitabı birden görünce görmemiş gibi yapamadı. Kapağındaki resmin elinin tersiyle tozunu aldıktan sonra ortalardan bir yer açtı ve okumaya başladı. Okudukça harflerin içine çekildi. Kamburu çıktı, kabuğuna düştü. Çatırdadıkça çatırdadı. Kafasını kaldırdığında artık bir bütün değildi, dağılmıştı.

Gördüğü yaşadığı şeylerdi ama yaşadıklarını hiç görmemişti. Bu kitap ona yaşadıklarını göstermişti. Kitabın içindeki eciş bücüş harfler onun zihninde yoğun sisin içinde koşan adamlardı. Ona doğru koşuyorlardı. Yusuf’un kulağı acıdı bundan. Kitabı bırakıp kulağını kapatacaktı. Kapatmadı, kaşır gibi yaptı. Ayaktaki iki adamdan çekindi. Bu kitap buradayken onlar burada nasıl rahatça konuşabiliyorlardı ki, susmalıydılar. Oysa gayet hararetliydiler. Yakınıyorlardı, yaşça büyük olanı küçük olana bir şeyler anlatıyordu. Yusuf onları dinlemeyecekti ama başaramadı. Dediklerini duymaktan kendini alıkoyamadı. Cesaretli olsa belki kulağını kapatır, dediklerini duymazdı ama cesareti yoktu. Devamlı kulağını da kaşıyamazdı, kanatırdı.

Yusuf kitabı bıraktığı yerden bir daha eline almak istemedi. Birbiri üstüne istifleme dizilmiş kitaplara boş boş baktı. Hiçbirine dokunmadı. Şimdi, okuduklarıyla acıyan kulağını o iki adama vermişti. Dinliyordu.

“O zamanlar daha mutedilmiş hayatlar, daha yaşanılır… Meclisler muhabbete açıkmış. Oturup konuşmak varmış, dinlemek varmış, dinlemek varken anlatmak da varmış, anlatmak varken dinlemek de varmış. Anlatan yeri geliyor dinliyor yeri geliyor anlatıyormuş. Duyan hem duyuyor hem anlıyormuş. Muhabbeti o veya bu sebepten kaçıranlar için de ayrıca hafızaya kazımak varmış. Sırlamak. Bunlar bunlar bunlar dendi, öyle mi… ah işte, vah işte, ömür bu, yaşa git işte…

Kaçırdık, kaçırdık… Ne dedi efendi, iyiler iyidir, öyle mi iyi demiş, eyvallah… Başka ne dedi, kötüler kötüymüş, öyle öyle, eyvallah… Siz ne için gelmiştiniz, aldatıldım ben, öyle mi, geçmiş olsun, geçti zaten, haklısın, gelmez olsun, amin amin… Siz niye peki… Anlaşıldım ben, nasıl yani, düpedüz anladılar beni, e iyi değil mi bu, niye geldiniz, sormak için, ne soracaksınız, sonra ne yapıyoruz, anlaşıldıktan sonra ne yapıyoruz…”

Çok garip konuşuyorlardı, kitap gibilerdi, cümlelerinin içinde sanki başka cümleler vardı. Ama sakınıyorlardı, söylemiyorlardı. Konuştuklarının bir öncesi yoktu, bir başlangıcı yoktu. Aramadı Yusuf. İki adamın birbirlerini anlamalarındaki büyüye kapıldı. O da kendini böyle dağınık anlatırdı herhalde anlatacak olsa, acaba onu anlayacak biri olur muydu? Bunu düşünmek hoşuna gitti. Kendini iyi hissetti. Gözü hâlâ aynı raftaydı, sağa sola çevirip duruyordu. Gözlerini ortada durdurdu. Önündeki kitabın ismini okuyamadı. Mühim değildi, çünkü aklı orada değildi. Aklı o iki adamdaydı. Kulağından hafif hafif çekti elini. Kendini tamamen bu garip sohbete bıraktı. Rüyada mıydı, neydi, bir süre hiç sahafta değil gibiydi.

“Rivayet odur ki o rivayet değilmiş, biz ona çok yüklenmişiz, o incecik bir dalmış, gelen kırmış giden kırmış, sen demişler bari ezme, ne yapayım peki, ezme, ne yapayım peki, diyorum ya, ne diyorsun, ezme, demiyorsun ki bir şey, diyorum, duymuyorum ben, dinle…”

Üç can varmış ezelden beri. Başka da bir şey yokmuş. Önce üçlerden üçüncüsü gitmiş, dünya sürülmüş boşluğa, demişler eyvah! Durur mu ikincisi hiç, o da gitmiş, dünya dönmeye başlamış sonra, demişler eyvah eyvah… Sıra gelmiş ona, bakışmışlar insanla, gelme demiş dağlar, gelme demiş yıldızlar, aylar… Olur mu hiç öyle, ben demiş insan, burada yatacağım; eyvah ki eyvah ki eyvah…

O gün budur ve vakit epeydir sallanır durur. Derler ki birinci can işte budur, değilse ya ne ola, kahrola, olmuyorsa can ola.

Bir

Anlatılan anlatıcının dilinden çıktığından beri farklı kulaklarda ve kalplerde dolaşma hürriyetine nail olmuş ve aktarıla aktarıla çeşitli değişimler yaşamıştır. Gerçekse hiç değişmemiştir. Biz yirmi birinci yüzyıl dönümünde epeydir anlatılan bu anlatıda gerçeği önce şöyle görmüşüz.

Sene, iki sıfır sıfır iki…

Onlar Ahmet ve diğerleriymiş. Ahmet diğerlerinin olduğu bir dünyada Ahmet diye anılmazmış, ona birisi derlermiş. Hikayeyi Ahmet’in gözünden anlatacağımız için biz onu adıyla anacağız. O ise varlıkları bir mucize değilmiş gibilere, birileri diyecek…

Ahmet, kıtalardan birinin şehirlerinden bir şehrinde küçük bir apartmanın bodrum katında üç arkadaşıyla beraber yaşıyormuş. Üç yıl üç arkadaşıyla burada yaşamanın kolay bir yanını bulmak için çabalamış. Üçüncü yılın Nisan ayında daha küçükken babasının yıllardır “eğer bu böyle giderse bunlar olur” dediği şeyler olmuş ve Ahmet’in hemen doğduğu kıtanın doğduğu şehrine dönmesi gerekmiş. Arkadaşlarından habersiz evden çıkmış ve yola koyulmuş. Habersiz çünkü, onun zamanında bu zorunlu değilmiş yani onun gibi her doğduğu kıtanın doğduğu şehrinden başka kıtalara giden, doğduğu kıtanın doğduğu şehrine geri dönmek zorunda değilmiş. Ahmet bu yüzden kendini kusurlu hissetmiş. Onlara gidişinden bahsetmek aslında kusurundan bahsetmek olurmuş. Çekinmiş, istememiş…

Öyle reddedilebilir, ertelenebilir bir şey değilmiş bu. Güçlü bir bağ varmış, düğüm varmış, çekim varmış, geri dönmek zorundaymış Ahmet. Başka bir seçeneği yokmuş. Seçenek ne ki, başka bir hayatı yokmuş Ahmet’in, burada kalırsa kaybedermiş… Bu hep böyle olmuş. Gelişen birtakım olaylar onu bir yerlerden alıp bir yerlere götürmüş. Taşımış, taşınmış…

Ahmet nereye giderse gitsin pergelin sabit ucu hiç değişmezmiş. O hep doğduğu kıtanın doğduğu şehrindeymiş. Haliyle uzaklaştıkça çatırdıyormuş Ahmet, geriliyormuş. Bu sefer de gerilmiş. Açıyı kapatmak gerekiyormuş, geri çekilmiş önce. Bu yeterli olmamış. Daha fazlasına ihtiyaç varmış. Açılan ucu en başa götürmesi gerekiyormuş. Yürümüş varmış en başa…

Geldiğinde görmüş ki beklenen henüz gelmemiş. Daha vakit varmış. Ahmet ise aceleyle çıktığından erken gelmiş ama iyi de olmuş. Çünkü gelir gelmez babası alnından öpmüş Ahmet’i. İlk kez… Demek ki erken gelmek gerekiyormuş, erken dönmek, erken görmek, erken belirmek…

Babası kalan zamanı gelecek olana hazırlık ile geçirecekmiş. Ahmet de babasına yardım etmiş. Ekmişler, serpilmiş ektikleri. Bakmışlar, büyümüş büyüttükleri… Ve o beklenen vakit gelmiş. Ahmet zaten bu vaktin bir gün geleceğini bildiğinden vakit geldi diye tasalanmamış. Yanında babası, yanında tüm köy varmış. Hep beraber hareket edeceklermiş. Alnından öpmüş babası hem, korkmazmış daha zaten…

Gelenlerin buraya nasıl girdiği, burada nasıl eli kolu savruk dolaşabildiği, istediği zaman çevresinden birine zarar vermeyi nereden hak iddia ettiği sorulmamış, Ahmet de sormamış. Düşünecek vakti yokmuş, eğer düşünürse kaybedermiş. Çünkü gelenler düşünmüyormuş, can alıyormuş. Bunu yalnızca düşünmesi gerekenler düşünse yetermiş. Ahmet, başka kıtaların başka şehirlerinde aldığı eğitimle bunları kimin düşünmesi gerektiğini öğrenmiş. Biliyormuş yani ama bilmek de başka bir dertmiş. Dert olduğundan da dokunmuyormuş. Büyürmüş yoksa. Dokunmamalıymış…

Gelmesi beklenenler karşılarına bir engel çıkmayınca hızlanmışlar. Yaklaştıkça yaklaşmışlar. Bakmışlar ki; ellerinde siyah uzun şeylerin içine koydukları kısa altın sarısı şeylerle karşı dağın oradalarmış. Ahmet, babası ve köylü hemen hep birlikte ağaçların arkasındaki, üzerini otlarla örttüğü sığına girmişler. Sessiz sessiz beklemişler. Saklananların arasındaki çocuklardan birisi baba demiş fısıltıyla, neden kaçıyoruz. Yoğun bir sessizlik olduğundan herkes duymuş bunu. Baba hem çocuğa hem herkesin içten içe sorduğu soruya cevap veriyormuş gibi “sus oğlum, kıpırdama, çıkacağız az sonra” demiş. Çocuk etrafına bakmış, herkes ona bakıyormuş, Ahmet de. Susmuş. Elini dizlerinin üstüne çekmiş beklemiş. Anlamış ki o da buradakiler gibi susmalı ve kaçmalıymış. Onların büyükleri gibi büyükler, onların büyükleri ve kendilerine zarar verebilirlermiş…

Ve gelmişler, tepelerindeki otun üstündelermiş… Gülüyor ve farklı bir dilde bir şeyler söylüyorlarmış. Ahmet bu farklı dili biliyormuş. Kötü şeyler konuşuyorlarmış. İçlerinden birkaçı ellerindeki siyah uzun şeylerin siyah küçük diliyle ses çıkartmışlar hemen. Büyük gürültü oluşmuş. Aşağıdaki herkes kapamış kulağını. Sadece küçük çocuğun babasının açık kalmış kulağı. Onun elleri çocuğunun kulağı ve ağzındaymış. Ahmet utanmış yeniden, kusurlu hissetmiş yine kendini. Niye iki eli daha yokmuş… Gürültü kahkahalarla bölünmüş tekrar. Sonra beklenmedik şekilde bir sessizlik oluşmuş. Gittiler sanmış aşağıdakiler, birbirlerine bakmışlar. Yukarıdan ufak sesler gelmiş. Mızı mızı… Peşine yanık sesli bir çocuk sesi gelmiş yukarıdan, türkü söylüyormuş. Bu sesi tanımış Ahmet, tanıdığını acıyla kavramış… Üç yıl bu sesten bu türküyü dinlemiş. Şimdi o yukarıda söylüyor, Ahmet aşağıda dinliyormuş. Karşıya, taşa bakmış. Yutkunmuş. Neden onun yanında değilmiş ki, ya da neden o da burada değilmiş ki. Yanındakilere bakmış bir daha. Çocuğa sonra… Biz ne zaman böyle biz olduk demiş. Türkü devam ediyormuş, biz ne zaman ayrıldık…

Can Kaybı

Bir gün hayat hiç beklemediğin bir yerden bölündüğünde ve her şey dağılmaya başlıyor gibi gözüktüğünde size siz diyecekler inanma, siz bizsiniz çünkü. Siz kardeşsiniz çünkü.

Sene, iki sıfır sıfır iki…

O gün budur ve vakit epeydir sallanır durur. Derler ki dünya bu sebepten sürülmüş boşluğa. Ah ola, vah ola, niye dokunmadık başta, şimdi bela başımıza, bela başımıza… Demişler bir şansınız daha var, öyle mi öyle mi, o vakit söyle dinleyelim. Derler ki bunun ardından o söylemiş, onlar da dinlemiş. İşte bu anlatılacak olan onların yakındıktan sonra dinledikleridir. İkinci can budur, değilse ya ne ola, kahrola, olmuyorsa can ola…

İki

….”

Devamı gelmedi. Burada gözlerini açtı Yusuf. Gördüğü bir rüyaydı; sahaf değil, evdi, kitap değil, yastıktı… Uyanınca anladı, yaşadıkları yoktu, duydukları yoktu, o iki adam yoktu. Yusuf uyuyakalmıştı. Saat ikiye geliyordu. Üçte arkadaşlarıyla buluşacaktı. Gördüğü rüyadan kafası dalgındı. Toparlanıp çıktı.

Arkadaşları birbirleriyle uzun süredir görüşmüyorlardı, araya çok zaman girmişti, birbirleri hakkındaki temel şeyleri bile unutmuşlardı. Şimdi merak ediyorlardı. Hafif bir tanışmadan sonra sordular Yusuf’a “nereliydin sen”, biraz bekledi, buralı değilim, dedi. Batmanlıydı, yöresel bir espri yapınca Osman, hatırladılar onun Batmanlı olduğunu. Çok gülüyorlardı Yusuf’a o zamanlar bu sebepten. Ama şimdi verdiği cevap da bir değişikti Yusuf’un, sanki göçmen gibi, niye buralı değilim diyorsun dediler, güldüler hep bir ağızdan… Siz buralı mısınız, diye sormak istedi ama vazgeçti. Anlaşılmayacağını düşündü, gördüğü rüyanın bu gerçekliğe sunulmayacağını…

Sorular, cevaplar uçuştu havada. Eski muhabbetlerini yakaladılar tekrar. Yusuf’un kafası hala dalgındı. Kendini sohbete tam veremediğini hissediyordu. Bunu arkadaşları da hissetmiş olacak ki onu konuşturmak istediler. Yine otobüsle mi gidip geliyorsun memlekete dedi biri, Yusuf’a. Yakın değildi, on bir saat sürüyordu yol. Duyunca şaşırdı soruyu soran, ne yapıyorsun otobüste peki o kadar saat, zamanı nasıl değerlendiriyorsun, hiç beklemeden cevapladı Yusuf, sanki bu soruya daha önceden cevap vermiş gibi, sanki bu soruyu kendisine daha önceden sormuş ve cevaplamış gibi; üzülerek.

 

 

Sayı: Sayı 01

Kategori: Öykü

Yazar: Sefa Fırat