Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Bir İki Üç Sekiz

“Bir, iki, üç, sekiz”

“Bir, iki, üç, sekiz”

“Bir, iki, üç, sekiz”

Küçüklüğümden beri ne zaman başım sıkışsa içimden bu dört rakamı sırayla sayardım. Üçten

sonra sekizin gelmesi ise kısa bir kurtuluş düşüncesinin sembolik hali aslında… Hayat sen

üçteyken birden sekize geçebilir, korkma! Demekti. Baştaki ilk üç rakam o anki durumun

çıkmazı  ve sekiz de bir kurtuluş sayısıydı. Önümden geçen doktorların koşuşturmalarının

artmasıyla gözlerimi kapayıp kurtuluşun kısa yolunu sayıkladım:

“Sekiz”

“Sekiz”

“Sekiz”

Gözlüklü bir doktorun muhtemelen yakında olan gözlüğünü çıkarıp etrafa bakınmasıyla

lambanın etrafında dolanan sinekler gibi toplandık. Sözlerinin bu insanlar için ne kadar önemli

olduğunu bildiğinden sustukça susan doktor sonunda konuştu

“Durumu stabil, her şeye hazırlıklı olun”

Etrafımdaki nesnelere göz gezdirdim yorgunlukla. Daha biraz önce bu nesnelerin her ayrıntısına

göz gezdirip kendimi her birinin altında görüyordum. Nesnelerin bile hayata karşı duruşu beni

yıpratıyordu. Sadece var olmayı beceremeyen bir insan için yerinde bir sorgulama olsa da şimdi

her şey değişmişti. Her şey gözüme halledilir geliyor, etraftaki her nesne bir anlam kazanıyor…

Psikolojimin bakışıma bu kadar etki etmesi biraz ürkütücü de olsa gülümsedim. Kardeşimin

babamın yakasına yapışması ile tüm aile onları ayırmaya yeltense de ben bir adım

atmadım.Alışkındım, onlar kavga edip duracaktı ben de oturup düzeltecektim, hiç olmazsa bu

aşamada bulaşmamalıydım. 

“Senin yüzünden bu halde, hepsi senin yüzünden!”

Konuşan Sami, ağabeyim. Boğazına yapıştığı adam ise babam. Sami beş yıl kadar önce annemi

de görmemeyi kabul ederek evi terk etmişti. Sami’nin vicdanına göre ise kendini kurtarmış,

annesini de isterse yanında götürebileceğini söylemişti. Onun için olay kapanmış, suçlular

belirlenmişti. Üzerinde çok kafa yormaya gerek yoktu, babam kötü annem iyiydi. Bezelye

sürüsü gibi hareket eden bu insanların yanında olmak zaten onun için ölümdü. Ölmemek için

de kaçmıştı.

Sami oldum olası çizgileri, sınırları olan bir insandı; daha onu ilk tanıdığınız andan kendisini

belli ederdi bu çizgiler. Bir insanla tanıştığında sadece dinlediği müzikten, izlediği filmden

ötürü onu bezelye insanlar kategorisine koyabilirdi. Bu yargıç insanın babam gibi birine kötü

insan demesi de kaçınılmazdı. Babam da klasik otoriter babaydı, Sami ile daha küçüklüğünden

bir otorite savaşına girmiş; yıllar uzadıkça baba ile oğulun arasındaki mesafe de

uzamıştı. Babamın dediğine göre Sami küçüklüğünden beri sorunluydu. Sorunlu bir çocuğa ne

yapılması gerekiyorsa yaptığı ve onu eğittiği halde vefasız çocuk, yıllar sonra onu terk etmişti.

Sami’ye göre ise babası onu sırf sokaklarda it, kopuk olmasın diye berber dükkanlarına çırak

vermiş, çalıştırmış ve parasını vermemiş, daha küçücük bir çocukken o berber dükkanında

hayatında duymadığı küfürleri duymuştu. Babamın gözüyle Sami’nin yaşadığı eğitimken;

Sami’nin gözüyle yaşadığı zulümdü.

Peki tüm aile üyelerine sırasıyla hak verebilen, kararsız, insanları anlamaya çalışmaktan kendini

anlayamamış olan kimdi? Tabii ki ben; küçük kız kardeş. Artık pek küçük olmasam da aile

rolleri hep aynıdır değil mi?

Hastane koridorlarını yürürken kendimi düşündüm. Annem bu sabah kalp krizi geçirmişti. Ben

daha ağlamamıştım. Gözlerimden yaşlar kendini sabırsızca yere bırakırken titreyen telefonuma

baktım. Sabahtan beri Çağlar arıyordu. Çağlar benim bu hayatta yoluma çıkan en normal

insanlardan biri. Yoluma çıkan herkes için mücadele eden, savaşan ve bundan şikayetçi olan

ben Çağlar’ın sağlıklı davranışları konusunda ne yapacağımı şaşırıyordum. Bugüne kadar hep

karşıma anormal davranışlarının kendileri de farkında olan, bariz zor insanlar çıkmış ve ben

kendimi psikolog ilan edip hepsiyle hem iletişimimi düzeltmiş hem de kendimi iyi hissetmiştim.

Çünkü insan yapısı itibariyle o kadar ben merkezci ki karşısındaki insanın kötülüğü ona da

değse içten içe bir mutluluğa kapılıp ; kendi iyiliğinin farkına varıyor. Çağlar ile anlaşamamam

da bence biraz bu yüzden. Çağlar o kadar sağlıklı ki onunla bir ilişki yaşarken eksik yönlerim,

sağlıksız yönlerim hemen gün yüzüne çıkıyor. Bunca zaman hep ilişkilerde haklı ve yön veren

bir rolde olmuş bir insan için de hatalı olmak ve kendi eksikliklerinle yüzleşmek hayli zor…

Telefonumu tamamen kapatıp cebimden anahtarımı çıkardım. Arabayla eve gidecek, anneme

üst-baş kıyafet alıp hastaneye geri dönecektim. Abimin seslenmesiyle danışmanın yanında

durup geri döndüm. Bana uzatılan telefonla yüzümü buruşturup aldım

“Selvim, geçmiş olsun, çok üzüldüm.”

Cevap vermek için sesimi toplamaya çalışsam da olmadı. Cevap veremeden telefonu abime

verdim. Kendi üzüntünün yanında bir de arayıp üzüldüğünü söyleyen insanlarla uğraşıyorsun.

Ne dememi beklediklerini anlayamıyordum. Onun üzüntüsünü mü teselli edecektim bu halimle

ya da muhabbet şöyle mi şekillenecekti:

“Annene çok üzüldüm”

“Eeee?”

“Öyle, bil yani”

Bütün üzgünlüklerin toplanma merkezi hastanın yakını oluyordu, sanki çok taşıyacak yeri

varmış gibi…Hayatıma bu sabah dahil olan bu ölüm-kalım mücadelesi tüm gerçeklik algımı

yok etmek üzereydi. Annemle aman aman bir ilişkim yoktu, ama annem hayatımın en

merkezindeki insandı. Sürekli kavga ederdik, sürekli barışırdık ama sürekliydik. Anne

süreklilikti; ve şimdi bu süreklilik hayatımdan birden çıkıyordu. Kızmak istiyordum, kendini

güçlü diye nitelendiren insanların üzülmek yerine tercih edebilecekleri bir duyguydu öfke…

Doktorun dediğini düşünüp duruyorum:

“Her şeye hazırlıklı olun.”

Nasıl hem ölüme hem yaşama hazırlıklı olabilirdim. Eve gelmiş çorba pişirirken

düşündüm.Akşam annem de gelecekse çok yapacaktım; babamla ikimiz olacaksak fazla… Her

iki duruma da nasıl hazırlıklı olacaktım? Annem gelecekse mutfağı öylece bırakacaktım, annem

yıkardı ama gelmeyecekse yıkamam gerekirdi. Mutfak tezgahına tutunup yavaşça yere

oturdum, elimdeki boş tencere ayağımın dibine düşerken başımı dizlerime gömüp ağlamaya

başladım. Doktorun dediğinin saçmalığına sinirlenmeye çalışıyordum bir yandan. Nasıl bu

kadar saçma bir laf edebilir? Dalga mı geçiyor hasta yakınlarıyla? Annemin hem ölüsüne hem

dirisine nasıl kendimi hazırlayabilirdim? Ölecekse kefen hazırlamalıydım, yaşayacaksa

pijama…

Her şeye hazırlıklı olamazdım, vazgeçtim. Dolaptan annemin yaptığı acukayı çıkarıp bayat

ekmekle yedim. Kendime dönmem, bencil olmayı öğrenmem gerekiyordu. O gün annem yoğun

bakımda yatarken ve ben mutfak masasında otururken annem olmasa hayatımdan çıkacak olan

zorlukları hesapladım. Saydığım her maddede daha fazla ağladım. Yardımcı olacak diye

beklerken beni alt üst eden bu hesaplama sonrası mutfağı topladım. Anneme temiz pijamalar

aldım, gelince yatacağı örtüleri düzenledim. Her şeye değil bir şeye hazırlandım; annemin

yaşamasına…

“Bir, iki, üç, sekiz”

“Bir, iki, üç, sekiz”

“Bir, iki, üç, sekiz”

Annemin ölüm hikayesi burada bitmiyor, annem gerçekten bize her şeyi yaşatıyor. O gün yoğun

bakımdan normal odaya alındı, her şey çok iyi gidiyordu fakat sonra tüm hazırlıklarım anlamını

kaybetti, birden ikinci kez kalp krizi geçirdi. İkinci krizde hiçbirimizin hazırlıklı olmasına gerek

kalmadı, annemle konuşacak fırsatımız olmadı. Babam yaşamaktan vazgeçti, varlığının fiziksel

ihtiyaçlarını karşılamakla yetindi. Herkese çok kızdım, çok öfkelendim fakat çok sürmedi kendi

köşemde herkesi affettim. Herkesi anlamaya çalışıp herkese hak verdim. O gün serdiğim

yatakta bir sene boyunca uyudum. Odama girmedim, işe gitmedim, babamla ev arkadaşı oldum.

Evdeki tüm sorunların sebebi gibi görünürken annem evden çıktığında ev de çıktı. Annemim

ölüm haberini aldığım gün bayılmışım, Çağlar tutmuş. Sayıklıyormuşum, sonrasında sordu:

“Sekiz ne?”

“Sekiz dedim, mutlu yarınlardı, artık yok.”

Sayıklamayı o gün değiştirdim. Annem öldü ben çocukluğumdaki sekizi kaybettim artık.

Hayatım bir, iki ve üçten ibaret.

Sayı: Sayı 07

Kategori: Öykü

Yazar: Hatice Akkaş