Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Bir Ayrılık Müjdesi

Çekmecesini açtı. Onu karşılayan iki kutu ilaca bezgince baktı, sonra uzun zamandır yazmayı düşündüğü mektubu yazabilmesi için önce sakinleşmesi gerektiğine karar verdi ve sakinleştiriciyi ağzına attı, ardından masasının üzerinde duran, iki gün önce bakkaldan aldığı pet şişedeki yarım suyu kafasına dikti. Yüzünü buruşturdu. Hâli olsaydı felçliymiş gibi saatlerce oturup kalkamadığı sandalyeden kalkıp mutfağa gideceğini ve kendisine bir bardak taze su doldurabileceğinin farkındaydı. Hatta belki guruldayan karnı için kendine bir şeyler bile hazırlardı. Ne var ki onun için tüm bunlar ancak umutlu kimseler içindi. Bakışlarını açık pencereden dışarıya, siyah, çarşaf gibi yayılmış gökyüzüne çevirirken “Boşversene,” dedi kendi kendine.  “Artık neyin önemi var… Yalnız hissetmekle hemhâl olan bir insanı ne mutlu edebilir? Hangi yasa ve kanun onu durdurabilir? O ki hayatın tüm sırlarına erişmek üzeredir, hatta ardında tüm insan ilişkilerini düzenleyebilecek bir anayasa bırakabilir… Bundan sonra, yaşanabilecek en heyecanlı şey nedir?”

Aklına gelen cevapla gözleri dolmaya başladı. Bu kaçıncı ağlayışı, kaçıncı zindanlarda kayboluşu ve kaçıncı çığlığıydı hatırlamıyordu bile. Titreyen ağzıyla bir köşeye fırlattığı mektup denemelerine baktı. Bazıları yerde ıslak, öylece duruyordu. Bazılarına yazabildiği tek şeyse şuydu: ‘Sizi seviyorum’. 

Kendi kendine “Bu kadar…” diye fısıldadı. “Bu kadar yazabildim ama daha fazla konuşmamı isteyeceksiniz, biliyorum…. Normalde de az konuşmamdan yakınırdınız zaten… Hâlbuki söylenebilecek en büyük mânâlar en basit cümlelerin içinde gizlidir. İnsan ne garip varlık… Basit cümleler kullanmaktan basit görünürüm diye ne çok korkar! Oysa basit olmak ne büyük nimettir… Zaten sorun hepimizin karmakarışık olması değil mi? Birbirimizle tüm kavgamız akıllarımızda bıraktığımız soru işaretleri değil mi?  Bu yüzden, en mânâlı nasihatler en basit olanların dudakları arasından çıkmaz mı?…”

Başını gökyüzünden önüne, masadaki kaleme ve boş kâğıtlara çevirdi. “Dilediğin gibi yaz…” dedi kendine. “Bunları anlat, bu yaşadıklarını… Yazamadığın mektupları, edemediğin itirafları… Masana ışık tutan şu lambadan güç al ve onun seni aydınlattığı gibi sen de aydınlat aileni, ya da sadece kendini…” 

Bir bismillah çekti, uyku ilacını mektubunu yazmayı bitirdiğinde içmeye karar verirken kalemi kâğıda değdirdi. Ve yazmaya başladı.

“Saat 3 buçuk. Herkes uyuyor. Camın önünde oturmuş, esen rüzgârın tenimde gezinişiyle ürperiyorum. Bir ilham bekliyorum Allah’tan. Sanki her iki ay ömrü kalanın bu dünyadan gitmeden çok büyük bir şey başarması gerek… Hava soğuk. Dışarıdan sapasağlam gözüken vücudumun içerisi ne kadar karmaşık, ne kadar hasta! Aynı ruhum gibi. Günahlarım aldı başını gittiler şu şehirde umarsızca yaşadığım müddet boyunca. Dolan gözlerimle bu mektubu kaç kere yazmaya çalıştım, kaçını ağlama krizleriyle ıslattım ve kaçıyla sildim burnumu hatırlamıyorum. Âcizlik kavramı kalemimden düşen yoğun bir karmaşa. Yazarken baktığım ellerim Allah’ın bir emaneti. İki ay sonra toprağın altında bu kadar güzel gözükmeyeceklerini bildiğim için sıklıkla öpüyorum onları. Okşuyorum ve kremler sürüyorum. Aloe veralı. Güzel kokuyorlar, seviyorum artık bakım yapmayı. Çünkü henüz ayrışmadı ellerim. Kemiklerim çıkmadı meydana… 

Anne… 

Misafirler gelip gidiyor şu sıralar… Kafayı yememek, ölümü unutmak için dinliyorum onları. Çay getiriyor, boşları alıyorum. Biri eşinin ilgisizliğinden, biri oğlunun serseriliğinden ve diğeri kızının açılma isteğinden yakınıyor. Bazıları ölsem de kurtulsam diyor laf arasında, belli etmeden akan gözyaşlarımı siliyorum. O kadar beğenmiyorsan bana ver hayatını, diyesim geliyor. Sonuçta, ölümden başka her şeyin çaresi yok mu?…

Ara ara titriyorum geceleri anne. Düşüncelerim ve korkularım vücudumu ele geçiriyor. Ya iki ay bile ömrüm yoksa, diye düşünüyorum. Şeytanın vesveseleriyle yatıp kalkıyorum her gece. Kendi ruhum bana bir zindan oluveriyor, ölünce beraat edebileceğim… Ama sana söylemiyorum. Eskiden de söylemezdim. Çünkü her yanına geldiğimde seni, ya babamı ya da hasta kardeşimi düşünürken görüyorum. Bir de ben eklenmek istemiyorum. Sadece, yokluğumun seni iyileştirmesini umuyorum. Her şeyin geçecek olduğunu anlamanı istiyorum… 

Bazen bana kızıyorsun, neden kirliye bu kadar çamaşır atıyorsun diye. Gülesim geliyor, ama gülmüyorum. Bu kadar boş şeyleri sorun ettiğimize inanamıyorum. Sana üzerimdeki her şeyin 5 dakika sonra bana yük olduğunu, beni boğduklarını söyleyemiyorum. Yalnızca kefenin içinde rahat edebileceğimi söyleyemiyorum… Sen bana kızarken, usulca öpüyorum yanağından. Daha çok kızıyorsun, hatta itiyorsun beni. 

Dürüst olacağım anne, ilkten alınmıştım buna… Ama artık alınmıyorum. Çünkü ben başka bir dünyada yaşıyorum ve sen bunu bilmiyorsun. Burada kurallar sizinkinde olduğu gibi işlemiyor anne. Burada her şey önemsiz. Burada her şey ölümlü. Bilmiyorsun.

Baba…

Zaman ne hızlı geçiyor değil mi? Seninle olan fotoğraflarıma baktığımda sık sık bunu düşünüyorum. Beni omuzlarına aldığın, lunaparka götürdüğün ve okul gezilerim için para verdiğin günleri hatırlıyor ve ağlıyorum. Her şeyin ne zaman bu kadar kötüleştiğini hatırlamaya çalışıyorum. 

Hatırlıyorum da sonra… Bu zamanlar hep kendi kendimi koruduğum zamanlara denk geliyor baba. Dünyaya güvenmediğim ve tek mücadele etmek zorunda kaldığım günlere denk geliyor. Senin bize bir bekçi olmadığına tüm kalbimle inandığım zamanlara denk geliyor. Buğulu bir camın ardından dünyayı hissettiğim zamanlara denk geliyor… Bileğimdeki lacivert saatin senin yerine bana güç verdiği zamanlara denk geliyor. Kaosu sevdiğim, dışarıdan her zorluğu çözebilirmişim gibi gözüktüğüm, ama iç âlemimde yaşamaya karşı bir çocuktan daha korkak ve ürkek olduğum zamanlara denk geliyor. İlginç şeyler oldu baba… Tuhaf şeyler yaşadık. Ama benim için en tuhafı senin benim yanımda güvende hissettiğin gerçeği oldu. Bunu hazmetmekte zorlandım, ama şikâyetçi de olmadım. Çünkü bu rol bana çok uygundu baba, bu his bana çok tanıdıktı. Kendim için her zaman inandığım gibi, ben yarı yolda kalmışların ve hüzünlülerin yanında olmak zorundaydım. Bu görev benim olmasa bile, kırılan küçük bir kızın kalbi olsa bile…

Yine de, seni seviyorum baba. Gün geçtikçe gözlerimin önünde yaşlanıyor, yüzüne bir kırışıklık ekliyorsun. Her gün daha da kamburlaşıyorsun. Yüzüne her gün biraz daha pişmanlık ekleniyor, mutsuzluğun göz torbalarını biraz daha dolduruyor. Bana da senin için üzülmekten ve sana sırtımı dönmemekten başka bir şey yapmak kalmıyor… Yine de, seni seviyorum baba. Senin için dua ediyor, şu son iki ayı bari bir evladınla iyi geçirmen için çabalıyorum. Görünürde pek bir şey yapmıyorum, ama inan bana, gözlerimi gözlerinden kaçırmamam ve iç dünyandaki yıkıntılara hem bir anne şefkatiyle, hem de ülkesi işgal altındayken güçlü durmaya çalışan bir devlet başkanı edasıyla şahit olmak sana hediyeler almaktan, gülümsemekten ve boynuna atlamaktan çok daha zor… 

Kardeşim…

Sana ne yazacağımı bilemiyorum… Açıkçası değil senin hakkında yazmak, senin hakkında düşünmeye bile korkuyorum… Bu yüzden, iki aydan daha önce toprağın tadına bakmamam için sadede gelecek birkaç itiraftan sonra bu mektubu bitirmem en iyisi olacak. Çünkü ben güzel gözlerini daha çok görmek, bilge laflarını daha çok dinlemek ve sabahları o huzur veren sesinle güne başlamayı daha çok istiyorum. Satır aralarını okumakta, dile getirilmeyeni anlamakta ve cevap vermekte en az benim kadar iyi olduğunu biliyorum, bu yüzden sana bıraktıklarımda anlaşılıp anlaşılmadığım hakkında endişeye düşmeyeceğim. Ama tahmin ettiğin gibi dikkatli de olacağım, çünkü sen ne kadar itiraz edersen et bir çocuksun ve yıldızları izlediğin her ânın her salisesinde hissettiğin gibi, korunmaya ve duvarlarını indirmeye muhtaçsın.

Bir çocuksun… Evet, bir çocuksun. İstersen dünyaları fethet, istersen cilt cilt kitaplar yaz, sen yine de bir çocuksun. Tüm bunlar ve iki ay sonra olacak olan, senin bir çocuk olduğunu değiştirmeyecek. Bizim gibilerin hüsranı budur kardeşim, biz bir yetişkin beyniyle yaşar ama çocuksu hayallerin peşinden koşarız. Ve çocuk olmadığımız sürece bir tamam olamayacağımızı biliriz. Evet, ben bir çocuk olmayı reddettim. Reddetmem de gerekiyor, çünkü bir çocuğun ölümüne elbette üzülürüm. Ama sen çocuk olmanın peşinden koş. Çünkü senin gibi akıllı ve güçlü bir çocuğu çok güzel günler bekliyor olacak.

İşte böyle sevgili ailem… Bilmek isterseniz, bir mektup yazmak her zaman için acı vericidir. Ama hemen korkmayın, denemekten çekinmeyin. Aynı zamanda rahatlatır da. Kalp hüzünlenir ama zihin derin bir nefes alır. Sabahlara kadar ağlamak, mezara çözülmemiş düğümler götürmekten çok daha iyidir. Ben bu düğümleri tek tek çözüyorum şimdi. Zaten esen rüzgârın ruhu, yoğun kalbimin ağırlığı ve hafifleyen zihnimin derin nefesi işimi bir miktar kolaylaştırıyor… Allah’ın zihnimi koruduğunu bilmekse en güzeli…  Gariptir, bu haberi bir hastane odasında, somurtkan suratlı doktorun buruşmuş ağzına ve takma dişlerinin garipliğine bakarken aldığımda hiç şaşırmadım. Düşündüğüm ilk şey bu haberi yalnız benim bilmem gerektiğim ve bu dünyada zaten fazla yaşayamayacağımı bilmemdi. O sıralar, dünyada nasıl bu kadar kötülüğün olduğunu aklım almıyordu. Ama dünyada çok kötülük var ve hiçbir şey burada bitmiyor benim sevgili ailem. Aslında, her şey diğerinde başlıyor. Âhiret hakkında daha fazla düşündüğümden beridir kalbim daha huzurlu. Koruyamadığım her canlının, şerrinden korktuğum her namussuzun haddinin bildirileceği gerçeği kalbimi teskin ediyor. Sizinkini de etsin. Bu bir ayrılık gibi gözüküyor evet, ama aslında hepimiz için huzur dolu olacak bir cennet kavuşmasının zorlu, ama yakında olduğunu gösteren bir müjdesidir. Bir ayrılık müjdesi…  

Selam vermeden önce, siz onlardan kaçmaya uğraşmayın diye aloe veralı kremimi ve lacivert saatimi çöpe atacağımı söylemek isterim. Ama unutmayın ki dünyada alo veralı krem ve lacivert saat oldukça fazla. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz değil mi?

Sizi seviyorum benim güzel ailem. Ne yaşamışsak ve yaşayacaksak yaşayalım… 

Çabanızı görüyorum.

Selametle kalın.”

Son cümleyi yazmasıyla boğazından istemsizce kaçan bir sesle ağlamaya başladı, hemen eliyle ağzını kapattı ve sakinleşene kadar öylece durdu. Sonra, uyku ilacını içti. Kâğıdı zarfın içine yerleştirirken kendini bayılacakmış gibi hissediyordu. İstediği tek şey yatağına girip uyumak ve bir daha hiç kalkmamaktı. Nitekim, dilediği gibi de olacaktı… Son bir çabayla bir  ay önceki olayı hatırladı, mektubun arkasına zar zor ‘Kara kediden benim için helallik alın.’ yazabildi. 

“Bundan sonra, yaşanabilecek en heyecanlı şey nedir?”

“Ölümdür.”

Yatağına girdi, ağrıyan bacaklarını uzattı ve sıktığı dişlerinin arasından fısıldadı: “Ölümdür…” Gözünden bir damla yaş süzülürken “Ah kedim…” dedi. “Benim güzel, yeşil gözlü kara kedim…” 

Sayı: Sayı 03

Kategori: Öykü

Yazar: Zeyneb Rabia Aktüre