Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Bayer Halhallı

Çete çeteye çatmış, çete çete içinde

Battık buruna kadar, 

Cafer getir peçete

Amanennn!

Cem Karaca, “Bindik Bi’ Alâmete Gidiyoz Kıyamete”

 

Adı neymiş herifin?

Bayer.

Bayer mi?

Bayer. Bayer Halhallı.

Ne buldun, çabucak anlat.

İnanmayacaksınız, hiçbir şey.

Hangi okulda okumuş, hangi örgütlere kaydolmuş, hangi siyasi partilere girmiş çıkmış, kiminle evlenmiş,  o partide o rütbeye nasıl gelmiş…

Komiserim, bu dosyası…

Genç polis, adımlarını komiserin hızlı adımlarına uydurmaya çalışırken bir dosya uzattı. 

Avukatı da içeride. Ama girmeden şunu bilin ki…

Komiser dosyayı çabucak elinden aldı. 

Bir işe yaramamışsın zaten. Daha fazla oyalama.

Komiser sorgu odasına girdiğinde yeni atanmış genç polis içinden sağlam bir küfür savurdu. Komiserdeki heyecanı anlasa da yükselmek ya da adını duyurmak için pek iyi fırsat gördüğü bu sansasyonel olayın insanlığını elinden almasından iğreniyordu. Bayer’in polis karakoluna dayanıp ülkenin gündemini yerinden oynatacak şeyleri itiraf etmeye başlamasından itibaren komiserinin gözündeki parıltı ona bir ders vermişti: “Nasıl bir ‘fırsat’ yakalarsan yakala sakın insanlığını kaybetme”.

 

 

Güneş o evlerde bir başka doğar, bir başka batar. 

Ve temiz evlerin hepsi mutlu olmasa da, kirli evlerin hepsi mutsuzdur.

 

Annem temizlikçiydi. Ve yıllarca kendime bile söylemekten çekindiğim şekilde başörtülüydü.

Ne diyor bu?

Komiser, Bayer’in avukatına döndü. Bayer’in avukatı bıkkın bir şekilde nefes alıp verdiğinde avuçlarıyla gözlerini ovuşturdu: “Konuşmasına izin verin.

Komiser, avukatın kendinden emin sesiyle daha çok öfkelendiğinde ona cevap veremeyeceğini bilerek Bayer’e sataşmak istedi. Ancak Bayer ondan önce davranarak konuşmaya başladı.

Yıllarca Tanrı’nın tarafını savunmasına rağmen ailem her şeyin sonunda aç kalan, aşağılanan ve hakkı yenilendi.

Komiser elindeki dosyayı masanın ortasına fırlattığında elleriyle masanın kenarlarını kavradı ve Bayer’e doğru eğildi. Eğilişinde bir hiyerarşinin özgüveni vardı.

100 metre düz git, solunda.” dedi. Bayer ilk defa transa girmiş gibi gözüken gözlerini komisere çevirdiğinde avukat, işine olan ilgisini tekrar kazanmıştı.

Ne?” dedi Bayer.

100 metre düz git, solunda, diyorum. Ruh Sağlığı Merkezi.

Avukat gözlerini devirecek gibi olduğunda Bayer öyle bir kahkaha attı ki, komiser kahkahanın odadaki yankısını bile soğukkanlılıkla karşılayamadı. Avukat bu bocalamayı hızlıca görerek “Sinir krizi geçiriyor” dedi. Bayer eliyle avukatı “sen var ya senn…” der gibi işaret parmağıyla gösterdiğinde avukatın dudağının bir kenarı acıyla yukarı kalktı. Onun lisedeki Bayram ile aynı kişi olduğuna inanamıyordu.

Madem öyle, bu delinin söylediklerinin yalan olup olmadığını nereden bileceğiz? Oradan bakınca burası tımarhane gibi mi görünüyor?

Avukat, masanın orta hizası doğrultusunda başlarının hemen tepesindeki ışığa bakıp ‘evet’ diyecek gibi olduysa da, diplomasını kaybetmeye hiç niyeti yoktu. “Oturun ve sorularınızı sorun, ancak bazı sorulara müvekkilimin yerine cevap vereceğim.” dedi sadece. Bunu yaparken aklı kendi sorunlarına; insanları hızlıca sezinlemesinin, zaaflarını görmesinin ve her tartışmada hızlı ve etkili bir politika geliştirebilmesinin kendinde ama daha çok eşinde yarattığı buhranlı ruh haline gitmişti. Toparlandı. Bayer için oradaydı ve Bayer hiç olamayacağı kadar güçsüzdü. Aslında onu on beş senenin ardından ilk defa dün görmüş, ettiği itiraflar karşısında şok geçirmiş ve onun adına ayrı, ettiği itiraflar adına kanıtlarıyla beraber ayrı bir dosya hazırlamıştı. Ancak bıraksın bu on beş seneyi, bir insanın ömrü boyunca bu kadar perişan olabileceğine ihtimal dahi veremeyeceğinden, Bayer’in hayatının en kötü anlarına şahitlik ettiğini hatrından çıkarmamaya çalışıyordu.

Kim, neden hayatını riske atacak şeyler itiraf etsin, hele de bir polis karakolunda?” dedi avukat. Konuşurken komisere bakmıyor, yalnızca öfkesini çekmemek için son an gözlerine umursamaz ve ona ‘mantıksızlığını’ hatırlatacak akılcı bakışlar atmakla yetiniyordu.

Size sormak lazım,” dedi komiser çok akılcı bir cevap verdiğini sanarak. Avukat alaycı gülüşünü gizledi. Bazen kavgada bile muhatabın akıllısı makbuldü.

Komiser, Bayer’in dosyasını eline aldı, hızlıca bir göz atarken “Hakikaten de illegal bir şey yok…” dedi memnuniyetsizlikle. Sonra ilk sayfalardan birine göz gezdirmeye başladı.

“Vefa’da okumuşsun. Eğitim hayatın… Hep başarılı geçmiş. Sizin gibilerin bu kadar eğitimin ardından böyle politik kararlar almasına hep şaşırmışımdır,” dedi kayıtlı olduğu siyasi partiyi dosyada parmağıyla seçerken. Avukat gülmek istedi. Bu konuda komiserle hem fikirdi.

Fidan Siğa Halhallı… Siğa mı? Şu Siga Holding’lerden olan Fidan mı?

Komiser doğrudan avukata baktığında avukat hızlı bir baş sallamayla onayladı.

Eşinizin ve ailesinin bundan haberi var mı?” dedi bu sefer komiser, Bayer’e dönüp. Bayer ona bakmıyordu. “Yok,” dedi avukat.

İki ay önce Fidan Hanım’a boşanma davası açmışsınız…” dedi komiser aynı ses tonuyla. Avukat “siz” öznesine takılmıştı. “Bir ay önce de partiden kaydını sildirmiş ve görevlerinden çekilmişsin.” Bayer’e baktı ve ekledi: “Bu hâlin bunlardan önce mi sonra mı oldu?

Neyin önemi var ki?” dedi Bayer, avucunun içiyle alnına hızlıca vurup aynı kolunun aşağı öylece düşmesine izin vererek.

Tüm hayatın bir kompleksin ve kendini kanıtlamanın ardında geçtiğinde, bir yalanın… Bir rolün… Üstelik bunu kararlılık ve güç sanarken…

Komiser ve avukat doğrudan Bayer’e bakıyordu. Bayer ekledi: “Ne önemi var?

Bu dosya benim karakola teslim ettiğim dosya,” dedi avukat, “zaten Bayer hakkında bunda bir şey bulamazsınız” der gibi ve devam etti: “Buraya gelmemize gerek olmadığını elbette biliyorum, ama bunu Bayer istedi…” dedi dostuna acıdığını belli etmemeye çalışırken. “Güneş görmeyen bir odada her şeyi itiraf etmek ve yargılanmak istediğini söyledi… Tanrı’dan önce.

Odada bir sessizlik oldu. Komiser her şeyin bir saçmalıktan mı yoksa gerçekten çok ciddi bir şeyden kaynaklanıp kaynaklanmadığından emin olmak istiyordu.

Burada neler oluyor?” dedi komiser, yalnızca avukata bakarak. Sesinde ilk defa empatiden bir parça vardı.

Şu oluyor…” dedi avukat.

Buraya gelmemizin hiçbir önemi yok… Yarın talebimle acil bir toplantıyla Bayer’in şahitliği ve itirafları adliye sarayında zaten gerçekleşmek zorunda. Ama her şeyden önce kendinize bir pay çıkarmak ve her şeyi birinci ağızdan duyarak medyanın bir adım önünde olmak istiyorsanız, yalnızca sohbet edebiliriz.

Bu da ne demek oluyor?

Şu demek oluyor…” dedi avukat komisere doğru kararlılıkla eğilirken ve gözlerinin içine doğrudan bakarken.

Bir saat için… Burayı bir Ruh Sağlığı Merkezi olarak mı, bir sorgu merkezi olarak mı kullanacaksınız?

Komiser avukatın gözlerinden gözlerini çekmezken odayı dinleyen meslektaşlarından elbette haberdardı. Bir an başına bela alıp almayacağına dair bir bocalama yaşasa da, burada nelerin döndüğünü merak ediyordu. Kendisini riske atacak bir şey yapmayacaktı, avukat hem kendisi hem dostu için zaten yapmazdı, o zaman bu kadar rahat konuşamazdı, kaldı ki, avukat dinlenildiğini bilmiyor muydu?

Komiserin gözleri Bayer’e gitti. Ağzının içinde bir şeyler fısıldıyor, bazen ağlıyor bazen susuyordu.

Dinliyorum…

Şunu kabul edelim: bu ülkede birbirimizi hep yiyeceğiz. 

Ama bu ülkeyi gâvura yedirmeyeceğiz.

 

Annem… Onu çok özlüyorum. Hayatım onunla ve onun tüm fikirlerini reddetmekle geçti. Ona hep kızgındım…” dedi Bayer önüne gelen mendil kutusundan bir peçete çekerken. Komiser olanları hayretle izliyordu. “Bir deli doktoru olmadığımız kalmıştı o da oldu anasını satayım…” diyordu içinden. Ama yalan yoktu: dedikoducu teyze tarafı da uyanmıştı.

Bölmeden dinle,” diye fısıldadı avukat komisere. Komiser somurttu. Avukatın şu bilmiş tavrından nefret ediyordu. Daha da nefret ettiği, o esnada gerçekten de Bayer’i bölecek olmasıydı.

Babam olmadığından temizliklere giderdi… Erkeklerden hep bir korkusu, bir çekincesi vardı. Nefret ederdim bundan. Bir de şu vazgeçemediği başörtüsü yok muydu… Ne çeşit bir insan uykusunda bile örtü takardı? Güneşin alnında temizlik yaparken bile çıkarmazdı? Ayrıca görmüyor muydu ki Tanrı ona yardım etmiyordu? Ah… Bir de şu Tanrı kelimesi…” dedi Bayer iğrenç bir lafzı ağzına alıyormuş gibi eliyle ağzına vururken.

Allah demekten ne utanırdık… Ama Tanrı… Evrensel… Daha da önemlisi non islamique… Batı’nın da Tanrı’sı vardır…” Derin bir sessizlik oldu. Komiser sorgu odasının bir terapi odasına dönüşmesine içten içe o kadar hayret ediyordu ki, birazdan odaya palyaço girse şaşırmazdı. O konuştukça bir şey fark etti: Herhangi bir hissedişi en son ne zaman yaşamış ya da samimi bir hisse maruz kalmıştı? Hayat bunlar olmadan mı ıskalanırdı?

Çeşitli evleri gezdik… Temizledik… Aşağılandık… Bir iki namussuz bana dokunmaya bile çalıştı, ben korudum kendimi. Sonra akşam eve geldik, annem yine açtı ellerini. Her şey için şükretti, O’ndan beni korumasını istedi… Aklım almıyordu. Biz O’nu savundukça O bize hayatı zorlaştırıyorken, üstelik kendimi koruyan benken, neden O’nun tarafında olmakta ısrar ediyorduk?

Deli gibi ağlamaya başladı. Beş dakika kadar beklediler. Devam etti: “O zaman şöyle düşünüyordum: Ne tür bir Tanrı buna izin verir?” Burnunu çekti. “Şimdi düşünüyorum: Ne tür bir Tanrı benim gibi bir bencile kendini hissettirir?

Tekrar ağlamaya başladığında avukat da duygulanmıştı. Tabii, ne yüzünde ne beden dilinde bunun bir emaresi vardı. Ona bakıyordu. 

Fidan… Fidan… Ah Fidan…” dedi sonra Bayer. Dirseklerini dizlerine dayadı. Başını aşağı eğdi. Bu oturuş, acı çeken bir insanın artık hakikaten de ne yapacağını bilememesindendi.

Senin için nereleri kazandım, sana ne çok layık olmaya çalıştım, sana ve ailene ne çok benzemeye çalıştım… Sonra, yıllarca seni takip etmediğimi bilmeyerek aşık oldun bana. Artık ne o zalimlerin tarafında olduğunu sandığım Tanrı ne de annemin başörtüsü yakınımdaydı. Ojeli tırnaklar, maşalı saçlar… Sen, beni ait olduğum yerden yukarılara taşıyacak yegâne şeydin.” Bayer masanın üzerinde duran dosyaya baktı. “Siga… Siga… Siga şirketi… Ah, bir evleri vardı, görecektiniz! Köşk… Temizlik için yalnızca başörtülüler alınırdı. Ne mülakat ama… Çok değil, 1 hafta çalıştı annem orada, ben on iki yaşındayken. Fidan yedi yaşındaydı. Ailesi başarılıydı… Pek sekülerdi… Fransa’dan beterlerdi belki…

Avukat Bayer’e baktı. Lisede ne kadar çalışkan olduğunu hatırladı. Bir de Cuma namazı teklifiyle Bayer’in öfke dolu bakışını… Demek hepsi Fidan içindi.

Hepsini başarıyı onlarda gördüğün için mi yaptın?” diye sordu avukat. Sesinde sorgulamadan çok dünyada olduklarını ve bu yüzden yaşanabilecek her şeyin normal olduğunu vurgulayan bir ton vardı.

Bir nedendi… Büyük bir neden… Çünkü Tanrı’yı dünyadan itelediğinde başarılı oluyordun, ben Fidan’ı böyle elde ederken Ekber Siga koca holdingini böyle kurmuştu. Tabii bileğinin hakkıyla kurduysa…” dedi içinde her duyguyu barındıran, karmakarışık bir hâlde.

Neden Ekber Siga’nın Siga Holding’i dürüstlükle kurup kurmadığından şüphe ediyorsun?” dedi avukat, konunun nereye gideceğini bilerek. Her şeyi, Bayer’in kendisine zarar vermeyeceğinden emin olacak bir şekilde, hem onu rahatlatarak hem de idari işleri götürerek çözmeye karar vermişti. Bayer bir gece yarısı onu aradığından beri onun kendinde olmadığını biliyordu.

Çünkü…” dedi Bayer. “İki buçuk ay önce büyük bir şeye şahit oldum…

Bayer, odaya girdiğinden beridir ilk defa bilincini kazanmış gibi, bir çocuğun annesinin eteklerine yapışmasını andıran bir ifadeyle avukata, Necip’e baktı. Necip biraz teşvik eder, biraz da dikkatli olmasını hatırlatan ciddi bir ifadeyle başını ‘devam et’ der gibi aşağı indirip yukarı kaldırdığında Bayer konuşmaya başlamıştı:

3 Ocak’ta, partinin genel merkezinde hesapları kontrol ediyordum…

Hangi rütbe ile kontrol ettiğini ve saatin kaç olduğunu söyle.” dedi Necip.

Mali işlerden sorumluyum… Mali İşler Genel Başkan Yardımcısı’yım. Yani, yardımcısıydım… Pek tabii beni Siga Holding’in damadı olduğum için seçtiler… Formaliteden yazdılar ismimi, aslında hiçbir şey ile ilgilenmiyordum… Kaç senedir bu görevdeyim onu bile bilmiyorum…

Saat 15:00 sularıydı…” dedi Necip, Bayer’den hızla sözü alarak. Bayer bu durumlarda susması ve Necip izin vermeden konuşmaması gerektiğini biliyordu.

Bayer, Bayer Halhallı, 3 Ocak 2025 Cuma günü saat 15:00 sularında Sarıyer’deki Parti Genel Merkezi’nin ‘İdari İşler’ katında, ‘Mali İşler’ odasında otururken hesaplarda bir uyuşmazlık fark etti. Bu hesaplar doğrudan İBB’nin harcamalarına aitti…

 

Bu memlekette sağcı-solcu, ilerici-gerici yoktur, namuslu ve namussuzlar vardır.

Cemil Meriç, Bu Ülke

 

Müvekkilim Bayer Halhallı mevcut İBB yönetiminin yürüttüğü yolsuzluk ve rüşvet kanıtlarını bulmuş, önce emin olamamış, bir hafta sonra, yani 10 Ocak Perşembe günü kanıtları toplamaya başlamıştır. Bu kanıt toplama süreci yirmi gün sürmüştür. Bayer Halhallı, 31 Ocak Cuma günü yolsuzluk sürecinde adı geçen Siga Holding’in %40 hissedârı olan eşi Fidan Siga Halhallı’ya boşanma davası açmıştır. Kanıtları toplaması ve kendi kârına olabilecek haksız kazancı reddetmesi şüphesiz Bayer Halhallı’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin örnek bir vatandaşı olduğunun ve ülkesini ne kadar sevdiğinin onurlu bir göstergesidir.

 

Bayer, duruşmada ara ara Necip’in dediklerini idrak ediyor, ara ara Fidan’ın öfke dolu bakışlarıyla -ki bu öfkeyi sadece kendisi hissediyordu- geçmişe gidiyordu. Duruşma saatlerce sürdüğünden kaç kere ara verildi, kaç kere bir yerlere götürüldü getirildi, Necip onu bir şeyler hakkında kaç kere tembih etti bilmiyordu, ama bildiği bir şey vardı: Bayer Halhallı masumdu. Her şey bittiğinde ve dışarı çıktıklarında, onları bir gazeteci dalgası karşıladı. Eli ayağı her yerde olan bir-iki gazeteci zaten boşanma davalarını duymuştu ve peşlerindeydi, bunun farkındaydı, ama bu duruşmanın bu kadar patlak vermesini o an için beklemiyordu. Necip Fazıl ve Bayer bir açıklama yapmadan arabalarına binerken Bayer eşine son bir kez olacağını bilerek baktı. Göz göze geldiler. Aralarındaki mesafe uzak değildi. Fidan, belki kendisinin bile zor duyabileceği bir sesle Bayer’e konuşmuştu ve Bayer her şeyini tahmin edebildiği eşi Fidan’ın yalnız dudak hareketlerinden ne dediğini anlamıştı. Bayer’in gözleri dolduğunda ve eğilip bindiği arabanın deriden beyaz koltuğu bir ömür bilinçaltına kazındığında yarının manşetini görür gibi oldu:

 

Annen gibisin.

 

Bu dava bir Peyami Safa romanından fırlamış gibi sevgilim! 

Necip Fazıl Albayraklı

 

Zekâna hayranım.” dedi Fidan, üniversitenin kafesinde oturmuş kitap okuyan Bayram’ın yanına hızlıca otururken. Henüz tanışmıyorlardı. Bayram yutkundu. Derin bir nefes almak istedi. Sırf ismini bile onun gözünde güçlü olabilmek için değiştirmişken onun dikkatini çekememekten nasıl korkmayabilirdi?

Ah, merhaba…” dedi Bayer sanki onu tanımıyormuş gibi. Elini uzattı. Yüzüne okuduğu kitabın aniden bölünmüş olmasından kaynaklanıyormuş gibi şaşkın bir ifade kondurdu. Oysa ki kafenin köşesinde arkadaşlarıyla oturmuş Fidan’ı gördüğü andan itibaren aynı cümleyi en az on kere okumuş, yine de anlayamamıştı.

Ben Bayer.

Yaa…” dedi Fidan gülümseyip Bayram’ın gözlerinin içine bakarken. Bayram’ın neredeyse yarısından biraz fazlasına denk gelen eliyle elini sıktı. “Güzel isim. Ben de Fidan.

Memnun oldum.

Ben de.

İsminin anlamını biliyor musun?

Elbette. Güçlü ve varlıklı kimse demek.

Ne okuyorsun?

Sartre…” dedi Bayram sesinin kendinden emin çıkmasına özen göstererek ama bunda ne kadar başarılı olduğunu kestiremeyerek. “Bunalım.

Ah! Öyle mi…” dedi Fidan. “Fransızca’sını mı Türkçe’sini mi?” diye sordu sonra kafasını kitaba yaklaştırıp. Bayram bunu bir hakaret gibi algılamıştı.

Elbette Fransızca’sını!

Değil mi ya…” dedi Fidan birden bir entelektüel kesilip. “Türkçe her şeyde yetersiz kalıyor…

Sadece Türkçe mi…” dedi Bayram alaya alır gibi.

Haklısın…” dedi Fidan. “Ne çok şeyde geriyiz ama!

Kısa bir sessizlik oldu. Bu sessizliği Fidan bozdu.

Bak mesela…” dedi daha samimi bir tonla.

Ben çocukken eve çok temizlikçi gelirdi… İlk defa orada görmüştüm cehaletin insanı bir hayli kör edişini…

Sayı: Sayı 12

Kategori: Öykü

Yazar: Zeyneb Rabia Aktüre