Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

B-eşik

 Babamın sürgün yediği yerdeyim. Karanlık, tozlu ve efsunlu… Efsunu peri masallarına dayanmasından değil, bugün hala ayakta oluşundan.  Çıkrığın öylece hareketsiz duruşu başımı döndürmesine rağmen bu dar yerde düşe kalka emeklemeye çalışıyorum. Ahşabın ciğeri yakan ıslak kokusu, gözlerimi yaşartmaya başladı bile. Bazı yerlerde temkinli olmam gerektiğini hissediyorum. Aniden çıkacak sansarın ya da farenin beni pespaye zeminde açılmış boşluklardan düşürmemesi içten bile değil. Yan yatmış sandalyenin ayağına takılan Afgan örmesi hırkamı kurtardıktan sonra elime gelen soğuk maden hissiyle irkildim. Daha sonradan hatırladım bu soğukluğun babamın biz çocukken anlattığı babasının kahvehanesinden kalma bozuk paralara ait olduğunu.  Çay taşırken bir gözü karşı bakkalda olurmuş, Hafız Emmi çakmış bir gün babamın dükkândaki sigaraları çaldığını, babasına söylemek için kollayıp durmuş dükkânı, ama artık babama acıdığından mı yoksa kaçan kızına kafayı taktığından mı unutup gitmişti bilinmez.

Demek ki babasını da sürmüşlerdi buraya. Sürgün bu aileye gark olmuş, mirasına helal kılınmıştı. Devam edip etmemek konusunda bir tereddüte düşsem de bir metre ötedeki taş baskılı sofra örtüsünü görmem aradığımın onun altında olabileceği hissini içimde uyandırmış, üzerindeki tozdan ve örümcek pisliğinden silinmeye yüz tutmuş eski Hitit güneşi adeta üzerime doğmuştu.

Kalkan kırmızı ve mavi boyanın aksine yörenin ikliminden koparılıp                                              bir araya getirilmiş ağaçlar kararmaya başlamıştı: gürgenden ayak kısmı, kızılağaçtan kasnakları ve kestaneden yontma sandık bozuntusu eğimi…                                                         İleride sürülecek bu çocuğa verilecek en ağır ceza; sürüleceği bu topraklardan olma beşiğinde büyümesi, annesinin ilk ağıtını yine bu beşikte duymasıydı.                                                              Bir yazar vardı, vatan toprağını o yörenin insanlarının yaratılışında                                        yoğrulan toprak olarak gören. Onun kehanetimi bilmiyorum bu acıyı babama veren.                                       Nasıl olurda babamı kurtarırım bu acıdan, fikriyle düştüm yollara.                                                 Beni bu harman tuğla yığını içine sokan deli düşünce,                                                                       en sonunda kırma çatıya da çıkarmıştı.

 

Şimdi herkes korkmalı benden!

Bu izbe yere ışığı getirecek, tutsakların zincirlerini kıracak, sarp dağlara kendim zincirlenecektim.

Beşiği sırtına urganla bağlayıp yavaşça geriye doğru adımlarla merdivenlerden inmeye koyuldu. Sağ dizinden aldığı destek ile çatı katından asma merdiven arasında duran kalastan kurtulup derin bir nefes aldı.  Aldığı nefes ile beşiğin, ağırlığıyla sırtını kesmesi bir oluyordu fakat o bunun farkında bile değildi içinde duyduğu hırs, acısını uyuşturuyor, urganın omuzunda açtığı yaraya merhem oluyordu. Adımlarını sıklaştırmasına ve şakaklarından akan terlere rağmen şehirden gelirken cebine attığı zippoyu yoklamayı ihmal etmedi. Holden bahçe kapısına varınca içeri girerken ki gözüne çarpan kuru otları aramaya başladı ve sırtındaki yükü oraya indirdi. Havada süzülen ateşin fısıltısı beraberinde çeşit çeşit hayvanında sesini getiriyordu. Ceylanlar koşarcasına, kuzular sevişircesine, kuşlar eğleşircesine…

Tufanı andıran yığının hareketi, onu koca gemiye taşıyordu. Nuh’un insanlığa seslenişi kendisini kıç kısmına itiyor, ayaktan başlayan kızıl- mavi bazen ise turuncuya çalan haleleri daha net görmesini sağlıyordu. Beşikle beraber yanan köyün sürgünü, babasının prangasının kırılmasıyla başlamıştı. Duman gökyüzünde bulutlar oluşturup geminin üzerine huzur yağdırmaya başlamış, ailenin sürgününü alıp götürmüştü.

*  *  *

Gözlerimi açtığımda zifiri karanlık bir odanın içindeydim.  Yerimden kıpırdamaya cesaret edemiyordum. Nasıl, nereden gelmiştim buraya; bir türlü akıl sır erdiremezken ansızın gelen bir gürültüyle irkilmişim. Daha sonradan içeriye kambur, kirli sakallı, esmer, orta yaşlı bir adamın girdiğini gördüm.  Hafif de pis bir kokusu vardı. Odanın rutubetli kokusu yetmezmiş gibi onunda kokusunu soğuk tenimde hissediyordum. Elindeki gaz lambasının ışığı o kadar zayıftı ki beni görmesi imkân dâhilinde değildi. Birden bire sebebi hikmetini anlamadığım bir nedenle bağırmaya başladı:

  • ARTIK, TANRIYLA BİR KAVGAMIZ VAR! Adı: İNTİKAM.

Sanki ağır bir sakinliğin kendisinde vuku bulabilmesi için, bütün öfkesini kusacak bu cümleye ihtiyacı varmış gibiydi. Hareketlenen sessizliğinin ardından pencerenin yanındaki ahşap koltuğa yönelip altındaki tuşları dökülmüş daktiloyu ve oyuncak bebeğin zar zor sığacağı bir beşiği kucakladı. Ne yaptığının farkında mıydı acaba diye düşünmekten kendimi alamadım. Sefil bir görünümünün yanında bilgece bir tavrı da bedenine hâkimdi. Hareketleri, duyguları ândan da öte bir zaman diliminde değişiyordu. Bu değişiklik, bana vücudumun giderek soğuduğunu hissettiriyordu. Korku, sonunda beni de yüzgecine almıştı.  Oysa adamın bana karşı hiçbir hamlesi olmamıştı. Korkuyordum. Ya bana yaklaşırsa… Pekâlâ, ne zamana kadar burada böylece kalacaktım. Ben bu adamdan niçin bu kadar kor-korkuyordum. Demek ki, artık düşüncelerimin tezahürü böyle gerçekleşecekti. Ardiyeden çıkıp şehrin tam ortasında Arnavut kaldırımın güzelliğine aldırış etmeden önce ince ve bir o kadar da uzun olan sigarasını yaktı, sonra da gerçek olup olmadığını anlayamadığım beşiği tutuşturmaya başladı. Bu durum bir tek bana garip gelmiş olacaktaki etraftaki insanlar aldırış etmeden yollarına devam ediyordu. Kaldırıma oturup dizlerinin üzerine aldığı daktiloyla hem söylendi hem de yazdı:

 

“Tanrı ilk sürgününü Âdem ile Havva’ya vermiş, evlatlarının payına da bu kopuştan intikam almak düşmüştü. Bugünden sonra insanlar Tanrıdan alamadığı intikamı birbirlerinden almış, kazananlar kaybedenlerle beraber beşiklerini yakmıştı.”

Sayı: Sayı 01

Kategori: Deneme

Yazar: Reyhan Özsoy