Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Evet

Sürgün Dergisi Logo

Aynanın Kulağı Var

Ben mi? Ben ellisini geçmiş ama hâlâ on sekiz gibi hisseden bir hanımefendiyim. Genelde parlak bir yüzüm vardır. İnsanlar beğenir beni, karşıma geçer överler de överler. Diğerleri bir o yana bir bu yana koşturur, ben orada bütün asaletimle dimdik dururum. Kimseye karışmam ama herkesin farkındayımdır. Benden hiçbir şey kaçmaz.  Öyle dedikodu falan değil efendim, ben sadece gözlemlerim, yorum yapmam. Ve bazı geceler, çatırdayan lambaların altında, sessizliğin içinden gelen fısıltılarla düşünürüm “Acaba şu armut desenli koltuk da benim kadar şey gördü mü?” diye.

Tamam, tamam! Asıl mevzuya geliyorum ben… Efendim, olaylar o sabah başladı. Hacı Feydat kapıyı açtı, yüzünde o tanıdık telaş. Kendisi benim efendimdir. Çok cana yakın bir insandır kendisi.

“Buyurun buyurun,” dedi, kapıya gelenlere. “Almanya’daki iç karışıklıklar malum… Evi bir süreliğine misafirliğe açıyoruz, başımızın gözümüzün sadakası.”

Kapıdan içeri üç kişi girdi. Önde gözlüklü, sarı saçları özenle taranmış bir adam: Bay İsrani. Ardında karısı Bayan İsrani; saçları saç değil, sanki yatay şemsiye. Ay bir de görür görmez deccal olduğunu anladığım bir oğulları var. Hacı Feydat tedirginliğimi fark edip göz ucuyla bana baktı, ben kıpırdamadım. Zaten yapamam, öyle bir iznim yok.

İlk başlarda her şey güllük gülistanlıktı. Bay İsrani, “Sadece birkaç gün.” dediğinde Hacı Feydat’ın gözleri doldu. “Bu kötü günlerde yanınızda olmayacağız da ne zaman olacağız?” dedi. O kadar duygusaldı ki kendimden utandım. Neyse ki duygularım yüzüme yansımıyor.

İlk günlerde İsrani ailesi sadece misafir odasını kullanıyordu. Ama sürekli yanıma gelip konuşuyorlardı. “Ben dedikodu sevmem, uzak durun!” diyorum ama anlayan kim? Hatta, bir sabah Bay İsrani tek başına önümde durdu. Gözlüğünü düzeltti, yakasını silkeledi, bana uzun uzun baktı. “Çok… şıksın,” dedi.

Ben hemen yalpaladım. “Ay ne münasebet be… Hem senli benli konuşmakta ne öyle? Gören mazimiz var sanır!” diyecek oldum, çıkıştım. Yüzünü gördüğüm an eskilerde görmeye alışık olduğum farelere hasret kaldığım ‘Bay’ İsrani bana bakıp sırıttı. Bir yandan saçını düzeltip bir yandan “Bu evi yeniden düzenleyeceğim,” diyordu. “Ortaya bir tablo… Şuraya halı. Belki de zemin bana göre değil.”

Aaaa! Şu hadsize bak nasıl konuşuyor! Seni Hacı Feydat geldiğinde kovdurtmazsam benim adımda…” diyemeden sözüm açılan kapı ile kesildi. İçeri bir grup adam geldi. Ellerinde kutular. İri yarı, sessiz, taş gibi tipler. İçim ürperdi. Meğer taş değilmiş, mobilyaymış taşıdıkları. Koltuklar, halılar, çerçeveli bir aile fotoğrafı bile! Kendi evlerini kurar gibi… Tabii ben anlamıştım bu işin sonunun nereye varacağını ama kime anlatacaksın? 

En çok şaşırdığım şey ise Bayan İsrani’nin arkadaşlarının buraya güne gelmesi oldu. Ay ne görgü bilmez insanlardı! Bir selam bile vermeden sadece bir objeymişim gibi bakıp geçtiler. Hani buna yine tamam ama yaptıkları yemeklerden hiç mi ikram etmez bir insan yahu! Her neyse…

Hacı Feydat hâlâ her sabah işe gidiyor, akşam yorgun dönüyordu. Her dönüşünde ev biraz daha farklı oluyordu. “Ya bu eşyalar… Sizin mi?” diye sordu Bay İsrani’ye.

“Evet, evet! Hepsi bizim…”

“Ama burada neden bebek kıyafetleri var…? Aaa! Bebek mi bekliyorsunuz? Ne mutlu bir haber!” Hacı Feydat hâlâ çok masum bakıyordu olaya. Ah benim zeytinli kekim…

Sonra o meşum sabah geldi. Bay İsrani önümde durdu yine. Ceketini ilikledi, derin bir nefes aldı. “Bugün yeni kilidi takacağım,” dedi. Gözlüklerinin üstünden bana baktı. “Ev güvenliği önemli. Herkesin anahtarı olmamalı.” Yine kendime engel olamadım içimden “Meymenetsiz!” dedim ama nafile…

Ve gerçekten o gün, Hacı Feydat döndüğünde kapının anahtarı uymadı. Zile bastı, içeriden kimse açmadı. Geldiğinde nasıl yüzüne bakacağım? Ah kederli başım, ah! Efendim bir süre sonra pencereye taş attı. O sırada küçük İsrani perdeyi aralayıp, “Babam yok,” dedi. Hacı Feydat bağırdı: “Ben evin sahibiyim küçüğüm! Beni bilmemezlikten gelme! Aç kapıyı.” Kapı açıldı, Bay İsrani çıktı. Kravatını düzeltmiş, sanki şirkette toplantıdan çıkmış gibi. “Sakin olalım Hacı Bey. Yıllardır birlikteyiz. Artık bu ev bizim de sayılır. Üstelik sen demiyor muydun ‘Benim olanlar aynı zamanda senin. Kullanırken hiç çekinme’ diye?” “Yıllardır mı?” diye bağırdı Feydat. “Daha üç ay önce geldiniz!”

Bay İsrani ciddiyetle başını salladı. “Ama çok verimli üç ay oldu. Planımız beklediğimizden daha hızlı işledi.” O akşam tartışma koridora taştı. Feydat “Bu evi babamın babası yaptı,” dedi. “Bu kapının menteşesini ben yağladım! Bu duvarlara ben çocukken resim çizdim!” Bay İsrani elini kaldırdı. “Benim oğlum da çizdi. Hatta geçen gün küçük olan duvara ‘Biz geldik’ yazdı. Demek ki sahiplenmiş.” O an dayanamadım.  İçimden bir şey koptu. Sus, sus, sus… Nereye kadar? Belki sabrım, belki de çerçevem koptu. Bir uğultu, bir çatlama… Ve ben devrilerek yere düştüm. Herkes bir an sustu. Canım yanmıştı ama düşerken benimle birlikte duvarda arkamda saklanan zarf da ortaya çıktı. Ben bile varlığını unutmuştum… Ama Rab biliyor işte en doğru zamanı. Üzerinde 1800’lü yıllardan kalma, Arap harfleriyle işlenmiş bir mühür ve çok eski bir tapu vardı… İşte bu, o şehirde olan binlerce kanıttan sadece biriydi. 

İsrani gibi binlerce siyonist bu topraklardan gönderilirken ben hâlâ düştüğüm yerdeydim. Unuttular beni vah vah…

Efendim?

Neden mi kalkmadım?

Hay Allah, sen hala anlamadın mı benim kim olduğumu?

O zaman şimdi söylemeyeceğim ama bi’ aynaya bak istersen…

Sayı: Sayı 13

Kategori: Öykü

Yazar: Eslem Ayşe Kılıç