Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Açınca Kalbini İğneler Bulacaksın

Büyük ruhlar sessizce katlanır. 

Friedrich Schiller

“Şeyhim ben kirlendiğimi düşünüyorum, ruhumun acı çektiğini duyuyorum, gece yastığa başımı koyacağım koyamıyorum, bir şey sürekli bana bir şeyler yapmamı telkin ediyor, çoktur bunu ruhumdan bildim, burada bize söylüyorsunuz, dersimiz var zaten yapıyoruz, günde kaç kere tevbe ediyoruz, haşa şikayet ettiğimden değil, saymam da hiç, biliyorum o kıssayı, seven sevdiğine sayı taşımaz ama hünkarım bu durum ruhu teskin etme sürecinde yaşanan bir şey değil, biliyorum, nefsim kabına sığmıyor da geri duruyor da değil, bir huzursuzluk bu. Bunca yol alınmışken geriye bakma hastalığı, bir bu kadar daha gideceğiz nidasını zikretme telaşı. Değilse ne, siz buyurun lütfen, ne bu hal?”

Şeyhime diyeceklerimi topluyorum avluda tur atarken. Bugün derim, yarın derim derken epey ertelendiler. Akşamları meclise sürekli gün boyu tepemde olan kuruntuları getiriyorum bir süredir. Söylenenler söyleniyor, muhabbet herkese aklı nispetinde dağılıyor, sonra bana dağılacak parça önce bir yer arayışına giriyor, bir iki deniyor ama bakıyor olmayacak gerisin geri yerine dönüyor. Bu karşılıksızlık, kabulsüzlük, kavuşamama fark edilmesin diye kıssadan hisseye geçişlerde başımı hafifçe sallıyor ve alamadığım hissenin yalancı varisi oluyorum. Bu varislik de pek canımı sıkıyor ve bunu atmanın bir yolunu arıyorum. Aslında hiç almamak, bundan gocunmamak, aklın bu anlatılanlara uygun bir kap olmadığını gösterir, benim kabım ne anlatılanlardan ne de içindekilerden vazgeçmek istiyor. Hepsini alalım, biz de sağ kalalım diyor. Olmuyor tabi.

Bir yandan akşam için hazırlıklar devam ediyor. Etraf dip köşe temizleniyor, minderlerin süpürgeyle tozu alınıp da yerler iyice temizlendikten sonra her minderin önüne bir pet şişe su, bir de şeker bırakılıyor. Dağıtıma çok özen gösteriyorlar, hepsinin aynı hizada olması için koydukları şeker ambalajının ucundan başlayıp halıda ince düz bir çizgi çiziyorlar, yeterli miktar ilerledikten sonra aynılarından birer tane de oraya bırakıyorlar. Hepsi dağıtıldıktan sonra kolilerde bir miktar şeker kaldığı fark ediliyor. Hemen kendi aralarında paylaşım derdine düşüyorlar. Civardaki çocuklara dağıtmak, bir sonraki halka için saklamak, bir tane daha almak isteyenler için hazırda tutmak akıllara ilk gelenler. Hepsi haklı bulunup son öneride karar kılınıyor. Kalanları tek kolide toplayıp boş kolileri depoya bırakıyorlar. 

Genelde hazırlık aşamasında bizden bir şey istenmez. Çoğu işi sohbetleri ayarlayanlar yapar, yardım tekliflerini de nazikçe reddederler, ben de üstelemem. O sıra akşam için temizliği erkenden bitiren Mahmut abi avluda beni görünce yanıma geldi, selamlaştık. Günün nasıl geçtiğini, şu sıralar neler yaptığımı sordu. “Günler bana sormadan geçiyor, ben de bunun için kendimi suçluyorum. O yüzden bu aralar kendimle meşgulüm.” dedim, garip bir şekilde mutlu oldu, söylediklerimde varsa bile olandan daha çok bir hikmet buldu ve içinden tekrar etti, ona sorulunca da aynen böyle diyecekti. Ancak bu hazır cümlenin arkasında yaşanmış bir hayat vardı. Onu da almak ister miydi? Hiç sanmam. Gören gördüğünü, duyan duyduğunu sahici bulur da ötesine imkan vermez, peşine de düşmez. Beklenir ki iman bu kesinliğe, ortada durana, açık seçik önde olana müdahale etsin, başka ihtimalin, henüz keşfedilememiş o derin hissin kelimeye döküldükçe ziyan oluşunu göstersin. Mesela şu vazonun hali, bilinir mi ki, nedir ızdırabı? Şimdi Mahmut abi aslında ben pek çok yönden bu vazonun kader arkadaşıyım desem, Mahmut abi hemen dönüp vazoya bakacak, sıradan bir vazo görürse hayıflanacak ve bakışlarını tekrar bana çevirdiğinde gözlerimdeki hikmet perdesini arayacak, bir gün kendi gözlerine de çekilirse diye her çizgisini aklına kazımayı da unutmayacak. Ben de boş durmayacağım, hemen orada, onun gözünde bu denli yükselmenin ağırlığı altında kendime “ne yaptınlar” krallığı kuracağım. Bende olmayanın bende var sanılmasına hayıflanacağım. Ani bir karar alıp yok ki zikri çekmeye başlayacağım. Şeyhime de haber vermeyeceğim, ki kibre girer bunu söylemek. Gösterilen karşıdakinin dünyasına yarayacaksa ortaya serilir. Ona göre süslenir, püslenir, değer kazanır. Benimkisi bu türden değildir. Kendini eylemedir bir nevi. Kendini eyleyen de sunmaz, sunulur, ona da düşmez bu, onu sunarlar, bizimki derler, gündüz çarşıda dilsiz, gece tekkede hissiz, ne yaparsın, tabi var daha alacak yolu, derviş değil mi, arıyor işte. 

Ararım, evet, ancak vazo ile yakınlığımız, kader arkadaşlığımız, bu arkadaşlık da nasıl bir şeyse kaderi kedere devirip seni önüne katıyor, yetmiyor, hayali gerçeğe, gerçeği hayale satıyor. Mesela yürümenin insanı rahatlattığı gerçeğini, hayalden bir bilgi hükmüne çekip kendini kapatıyor. Sendeki bu acziyeti gören, hüznün üzerinden dağılmasını isteyen de yürü diyor. Söylerken sana iyi geleceğinden kuşkusuz o kadar emin ki onun hayal sattığını ancak o kader, artık keder olmuştur, arkadaşın biliyor. Onun bilmesi de yoklardan bir yok hükmünde olduğundan bu arkadaşlık, yalnızlığına verdiğin yeni bir ad hüviyeti kazanıyor ve keder, kaderini bekliyor. 

Arkadaşlık bir bağ meselesi olduğundan tek taraflı bir bekleme halinin olmaması gerekirdi. Nitekim öyle de oldu. Kapının yanına içine belki bir çiçek konur diye konulan vazo yıllarca en doğru çiçeği bekledi, öyle ki bu vazoya çiçek arandığını duyan dergahın farklı bin bir yolcusu nerelerden neler getirmedi de olmadı. Açelyalar, akasyalar, ağlayan gelinler, antoryumlar, ateş çiçekleri, çiğdemler, çuhalar, defneler, daha neler neler… Vazoluk olmadığı halde işin ucunda dergaha hizmet olduğundan eğrelti otu getiren bile oldu. Hüseyin’in getirdiği bu ot başta hizmetçilerce hoş karşılanmasa da şeyhim hürmetle kabul etti ve asıl çiçeği bulunana dek vazonun geniş ağzının üstüne eğrelti otu örtüldü. Ot, serilir serilmez boynunu büküp aitlik yarışına girdi. Bir gün gidecek olmanın burada bir süre kalacak olma zorunluluğunu anlar gibi oldu, bundan da epey utandı. Hüseyin ise sanki otun bu ince sesini duyuyor da anlıyor gibi onu yüreklendiriyor ve yerini kabul görmesine yardımcı oluyordu. Neticede vazo bu ot hariç, onu da tabi tam tekmil değil, ne denendiyse hepsini reddetti. Kendisinin ne istediği ise bir türlü bilinemedi. Hangi diyarın henüz bilinmeyen hangi çiçeği için bu kasvetli renge büründü, anlaşılmadı. Her şey gibi epey bir zaman sonra bu arayışın da hazzı söndü. Dergahtakiler onu kendi uyumsuzluğunda bıraktılar. Artık ona çiçek arayışı son bulmuş, ondansa daha kolay erişilebilecek bir hikaye arayışına girmişlerdi. Başkaca kimselerin dergahın hikmet deryasına dair isteyeceği örneklerden en şahanesi olacak diye mühürlenip rafa kaldırılmıştı. Açılması heyecanla bekleniyordu. Ancak hikayesi de kendi içi gibi talip bulamadı. Hikmet hep arandı oysa ama araya ondan daha büyük ve tesirli olaylar girip deryanın başka musluklarını açtılar. Şimdi avluda o öyle duruyor, ben de başıboş dolanıyorum. 

Ben düşüne düşüne buraya kadar geldim ama Mahmut abi gideli olmuş baya, saat de iyice yaklaşmış. Çabucak toparlandım. Sohbet için artık sadece şeyhimizi beklemek kaldı. Hepimiz kapıda sıraya dizildik. Ben ortalardaydım, şeyhimiz hepimizle selamlaşacak ve hepimize hal hatır soracaktı. Büyük umutlarla ona bu fasılda sıkıntılı olduğumu hissettirip kendimi sohbet sonrası davet ettirmek istiyordum. Evladım desin, sen kal da biraz görüşelim seninle. Bu türden bir şey beklemeyip efendim sizinle biraz görüşebilir miyim denebilirdi, derdi de bir başkası ama ben demezdim, çünkü vazo ile olan kader arkadaşlığımız gereği içim boştu, önce birinin bana ilişmesi gerekiyordu. O yüzden bekliyordum. Hislene hislene beklediğimi çağırıyordum. Ne güzel bir akşam… ne güzel esiyor rüzgar… tüm menkıbeler… hepsi bu türden akşamları seçerdi… işte şimdi de böyle bir seçim… kahraman aranıyor… yarın anlatıldığında kim daha canlı kalacaksa o olacak kahraman… o zaman endişelenmeli miyiz… biz zayıfız çünkü… allahım sen zayıfları, düşkünleri, çaresizleri seversin… sevdiğini de imtihan edersin… imtihanımı bana seçme fırsatı sun rabbim… bana sorulsun… 

Birazdan şeyhim tüm vakarlığıyla içeriye girdi, başlar yana eğildi, sakin bir uğultu kapladı ortalığı önce, ardından kısa süren bir sessizlik oluştu, artık sadece şeyhin sesi duyuluyordu, ilkin Mahmut abiye “Mahmudum, nasılcasın bakalım” dedi. Mahmut abi ezberini kuvvetli yapmıştı. Sakin sakin anlattı: “Sağlığınıza duacı, himmetinize muhtacım. Dilime düğümüm odur ki günler bana sormadan geçiyor, ben de bunun için kendimi suçluyorum. O yüzden bu aralar kendimle meşgulüm.”… 

Hüseyin’e gelince sıra Hüseyin, heyecanlı heyecanlı “Ota bak!” dedi. Dönüp ota baktı herkes, vazonun üstünde her zamanki gibi duruyordu. “Maşallah Hüseynime!” dedi şeyhim, “gördünüz mü Hüseynim buldu işte vazonun ne istediğini.”… Evet şeyhim, diğerleri anlamamış olabilir ama ben anladım sizi, kastınız vazonun doluluğu değildir, buldu derken kastınız sizin bakışınızdır, bizim bakışımızdır, alemin bakışıdır, her şey ilgi ister, vazo da çiçekten çok, ilgi istiyor, herkes onunla ilgilensin istiyor, diye söylendim içimden, tekrarladığım zikre ara verip. Dönüp zikre devam edecekken ne diye mırıldandığımı unuttum. Şeyhim yaklaşıyordu, Mustafa’dan sonra sıra bana gelecekti. Kendime eğildim, aradım aradım, bulamadım. O kadar uzun geldi ki bu arayış, sıranın geçtiğini düşünüp şeyhim beni unuttunuz diyeceğim yerde şeyhin elinin Mustafa’nın omzunda olduğunu görünce durdum. Şaşaladığımı fark edince elini kaldırmadan sordu bana: “Değil mi Harun efendi, hastaya tedavi yoktur, tedaviye hasta vardır, bizler de birer hastayız, ruhlarımız hasta. Canımız ondan hep zikir çekiyor.” “Öyle şeyhim.” dedim ve selamlaşmak için bana yanaştı…

Kısa süren konuşmamızdan o beklediğim davet çıkacak mı diye beklerken başka şeyler de düşündüm, o an zikrim saklandığı yerden dilime çıktı, sonra içimi onunla doldurmaya devam ettim. “Hastaya tedavi yoktur, var mıdır, yoktur tabi, hatta var mı demek bile isyan olur, yok ki…”

Sayı: Sayı 06

Kategori: Öykü

Yazar: Sefa Fırat