Sürgün Dergisi'ne destek olmak ister misin?

Destek Ol

Sürgün Dergisi Logo

Açamayacağın Kapılar Olacak

                                                                                                                                                     Aldığın yaş, kat ettiğin yola denk değil.

Dünyaya bunca acımasız gözlerin

Kendine kapalı bir tek,

                                                                                              Olgunlaşmadan çürüdüğünü bilmiyorsun.

Murathan Mungan

“Bana kurtarıcı rolü biçen sendin. Bir noktada da haklıydın. Bende patolojik düzeyde bir fedakârlık pekâlâ mevcut olabilirdi. Hele ki ailemi göz önüne aldığımızda,” dedim limonatamdan bir yudum alırken. Ona baktım. Saçları yine dağınıktı. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, her zamanki gibi dikkatle beni dinliyordu. Bu hareket, Fatih bir şeye katılmadığında, sizi iyice analiz ederken ya da onun hakkında çıkarımlarda bulunduğunuzda gerçekleşirdi. Ne var ki, çıkarım doğru ya da yanlış olsun, duygularını asla belli etmezdi. Çok iyi bilirdi, anlaşılan duygular ben üzerinde hakimiyet kurmaya vesileydi.

“Ancak,” dedim keyifle ve devam ettim:

“Kendimi öyle görseydim ya da öyle olsaydım herkesin bana hizmet etmesini isterdim. Benim gücüme güç katsınlar, benden aşağıda olsunlar, üzerlerinde bir hakimiyet kurayım, onlar bile ne olduğunu anlamasın isterdim… Ama bilirsin, kimse aptal değil, tüm bunları yapacaksak eğer, yapacaksam, bir yol bulmalı değil miydim? İnsanların benden ve benim bu -aslında olmayan- pis niyetlerimden haberdar olmaması için nasıl bir yol izleyebilirdim?”

Kollarımı ben de göğsümde kavuşturdum. Onunla sohbet etmeyi seviyordum, bir açıdan oldukça dürüsttü. Fikrini merak edip ona sordum: “Söylesene, nasıl bir yol izleyebilirdim?”

Fatih oturduğu yerde doğruldu, öne doğru eğildi, konu ilgisini çekmişti, kollarını masanın üstünde birleştirdi ve hafif bir tebessümle cevap verdi: “Ben yine filmlerden gideceğim…” dedi o her zamanki kendinden emin ses tonuyla. Verdiği cevap karşısında tebessüm ettim. Kimseyi kırmamaya çalışmak hayatı ona filmlerden daha çok öğretirdi.

“Sherlock Holmes’u bilirsin…” diye girdi konuya. Avucumu “yaniiii…” yapar gibi yukarıya doğru kaldırdım ve gözlerimi “tabii ki” anlamında devirdim. Bu, biraz da, Fatih’in oluşturmaya çalıştığı ama bu çabada olduğunun artık farkında bile olmadığı büyüyü dağıtmak içindi. Kişi ne zaman Fatih gibi karşısındakini etkilemeye çalışır, çok iyi anlardım. Bir süre de bilerek o etkide kalmış gibi rol yapardım. Bana bir keresinde bu oyunlardan nefret ettiğini ve hatta yorulduğunu söylemişti, ona katılırdım, ne var ki kendisi bu oyunların en kralına sahipti ve ben de bu yüzden kendi oyunumu oynamak zorundaydım.

“O’nun bir sözü vardır… “Bir şeyi saklamanın en iyi yolu, onu herkesin görebileceği bir yere koymaktır.”

“Peki ya saklayacağımız şey tek bir şey değilse?” 

“Fazlalığın bir önemi yok. İkiyse, ikisini de koyarsın olur biter.”

“Bir tanesi görünmez.” dedim hızlıca. Kontrolün onda olmadığı zamanlardaki sinirlenişine bayılıyordum. 

“Açık konuşmayı seviyordun,” dedi bana. “Daha açık konuşur musun?”

Bir süre sessiz kaldım. Ona insanların kendisinden çekindiğini düşündürten şey neydi bilmiyordum ama hemen cevap vermek ve içinde oluşan rahatsızlığı gidermek zorunda olmadığımın fazlaca farkındaydım. Limonatamdan keyifle, tadını çıkartarak üç yudum daha aldım ve sahile baktım. Muhtemelen birazdan suya düşen kitabından bahsedecek ve beni “o” banka oturtacaktı. İkindiye doğru bir vapur meselesi geçireceğinden de şüphem yoktu elbet.

“Duygular sen itiraf edene kadar görünmezdir,” dedim ona. Elimi çeneme koydum ve büyük bir sakinlikle konuşmaya başladım. Öyle ki, kendimi yıllarca akıl hastanesinde çalışmış bir psikiyatr gibi hissediyordum. “İster sıklıkla sakarlıklar yap, ister sevdiğinin karşısında utan, duygularını inkâr ettiğin an aptal durumuna düşecek kişi karşındakidir.” 

Hafifçe kaşlarını çattı, aynı anda dudağının kenarını biraz alayla, biraz merakla yukarı kıvırdı: “Bunun konumuzla ilgisi ne? Yoksa ben mi bir şey kaçırdım?”

“Duygular,” dedim ona ve ekledim: “Görünmezdir. Görünmezse ortaya koysan da anlaşılmaz. Ama insanlar çoğunlukla gördüğünü ya da göründüğünü sanır.”

“Evet, ama hareketlerinle belli edebilirsin.”

“Ya olmadığı hâlde hareketlerimle varmış gibi yaparsam?”

“Ya da ya varsa?”

“Anlatmak istediğim de tam olarak bu… Karşındaki bu görünmezliği tamamlar. Ya emin olur ya da olmaz. Her şey senin hareketlerine bağlıdır. Yani yönetebileceğin şey karşındakinin aklındaki eksikliktir. Bu, aynı zamanda onun duygularına da sirayet eder ve kalbinde de bir karmaşıklık ortaya çıkarır. Bu noktada ya madden ya da manen ya da her iki açıdan da senden kopamaması kaçınılmaz olur.”

Göğsünde birleştirdiği kollarını ayırmadan pes eder gibi arkasını yaslandı:

“Şeytana pabucunu ters giydirirsin sen.”

Ben de aynısını yaptım:

“Kötü biri olsaydım, evet.”

“Her insan biraz kötüdür.”

“En uyuz olduğum cümleler…”

“Nasıl cümleler?”

“İnsanın düşünmemek için tecrübelerini sanki tüm insanlar yaşıyormuş ya da yaşamak zorundaymış gibi kurduğu kısa, genel ve büyük cümleler…”

“Ya da fazla düşünmekten ve müthiş bir mantıkla şeylerin nedenini anladığı ya da anlamaya yaklaştığında hepsinden sıkılıp belki de hayatın böyle kısa, büyük ve genel cümlelerin içinde çekilebilir olacağına inanmasından…”

“Ya da bahar havasının hormonlara etkisiyle aklının artık sadece başka şeylere çalışıyor olmasından…”

Bir kahkaha patlattı. Ben de güldüm. Bu kadar gülme sebebinin bunu şu anda yaşadığından olduğunu biliyordum.

“Gerçi size mevsim fark etmez.” 

“Size fark ediyor mu?” dedi hızlıca. Cüretkâr davrandığının farkındaydı ama bundan çekinmeyerek gözlerimin içine baktı. Onu bilirdim. Sanki yıllardır tanıyor gibiydim. Geri adımı yoktu, benim gibi…

“Sanane.”

Sustu. Keyiflendim. Ardından devam ettim: “Fark etmiyor.” 

Yeniden bir kahkaha patlattı. Ben de katıldım. Sonra, bu konuşmanın beklediği gibi bitmeyeceğini hatırlayıp kafamı sahile çevirdim. Bana baktığını biliyordum. Bana baktığını hep biliyordum.

“Bu kadar cüretkâr olman beni çok şaşırtıyor.”

“Cüretkâr neyimi gördün?”

“Ne bileyim… Konuşman, gülüşün…”

“Bunlar cüretkâr şeyler mi?”

“Belki alışılmadık…”

“Böyle bir amacım yok.”

“Evet, yok.”

“Olmadığını nereden biliyorsun?”

“Bazen seni anlamıyorum.”

“Ne oldu?”

“Olmadığını söyledin. Ben de “evet, yok” dedim.”

“Bunu bir gözlemine dayandırarak söyledin.”

Bakışları değişti. Birden, bu bakışların altındaki anlamı göremeyip telaşlandım. Böyle olur. Ben bilmezsem telaşlanırım…

“Kişilik bozukluğun olduğunu düşündüm.”

“Gözlemine dayandırmış mıydın?”

“Evet.”

“O zaman bende bir sorun olduğunu sanmıyorum.”

“Yani artık bende bir sorun olduğunu sanıyorsun.” 

“Sence yok mu?”

“Bilmiyorum. Olabilir.”

Gözlerimi üçte ikisini içtiğim limonatama, ardından soluma, garsonların siparişler için durmadan gelip geçtiği mutfağa çevirdim. Bana baktığını biliyordum. Rol kesiyordum.

“Kirpiklerin ne kadar uzun.” dedi elini çenesinin altına dayarken. Göz ucuyla ona baktım. Ona “Tecrübesiz olmam aptal olduğum anlamına gelmiyor,” demek istedim. Gülümsedim: “Rimel var.” Ben de, araya biraz mesafe koyarak, elimi çenemin altına koydum ve cevap verdim: “Senin de boyun ne kadar uzun.” Vereceği cevabı merakla bekliyordum, böyle aptal tuzaklar kurmak bana göre değildi, tuzak kurmak bana göre değildi, ama beni bunu yapmak zorunda bırakıyordu.

Bir şey demedi. Göz ucuyla kalın topuklu spor ayakkabılarına baktım. Göz ucuyla baktığımı ona gösterdim. O, birinin kendi niyetini anlayıp susmasına katlanamaz. “Kendi itiraf eder”. O, üst akıl olmak zorundadır. O her zaman “daha” marjinal olandır.

“Ayakkabı var.” dedi gülerek. Önemli değil şeklinde gülümsedim. Gerçekten de önemi yoktu. “Zaten normalde de iyisin,” dedim. Kendisine takıntı üretmesini istemezdim. Duraksadı: “Sen de öylesin.”

İçimden küfreder gibi gülümsemek gelse de boş bakmakla yetindim. Güzel hazırlıklar…

“Biliyorum.”

Yarım yamalak güldü, sustu. Başlamak zorundaydım.

“Canının yanmasından o kadar korkuyorsun ki, çok yorulacağını bilsen dahi, sen her zaman çözen taraf olmalısın çünkü yardım alan tarafta olup bir de ihanet ihtimalinin olması seni daha çok mahveder.” Kaşlarını biraz anlamadığını belli edercesine, ama kızgın olduğu anlamına gelmeyecek şekilde çattı. Ona baktım: diplerdeydi… Artık tüm dünyanın da o dipte olduğuna inanıyordu. Bu dibi inkâr edenleri gördükçe de kızıyordu. Kendi haklılığını savunuyordu. Yalan yapmıyordu bu konuda ama… İnanıyordu. Ama bilmiyordu. İnandığı şey herkes için geçerli değildi ve olamazdı. 

“Canımın yanmasından asla korkmuyorum. Bu konulara girmeyeceğim… Ama inan bana, çok şey atlattım. Hatta oldukça cesur biri olduğumu söyleyebilirim.”

“Dediğine katılıyorum,” dedim. Samimiydim. “Cesursun. Ama zaafların söz konusu olduğunda dürüst; dolayısıyla cesur, asla, asla değilsin.” 

“Asla”daki vurgularımla aynı anda kaşlarını iki kere “cüretime” şaşırmışçasına yukarı kaldırdı. Konuşmanın saygısızlık boyutuna varacağını sezmişti, ne var ki, saygısızca konuşmak hiç yapmadığım bir şeydi. Saygısızlık yaptığımı düşünmüyordum. Ayrıca, en büyük saygısızlığı o bana çoktan yapmıştı. Sınırlarımı test etmişti. Ama hatırlamam gereken bir şey vardı: o beni kendisiyle silah zoruyla konuşturtmamıştı ki… “O sadece alanı öyle güzel, öyle güzel açardı ki, geriye sadece onun istediğini yapmak kalırdı.”

“Neymiş benim zaaflarım?”

“Yoğun duygular.”

“Saçmalıyorsun.”

“Sorunun mantığında ya da dünya kurulurken, bizler yaratılırkenki işleyişte olduğunu düşünüyorsun.”

“Sen de çok bildiğini sanıyorsun.”

“Doğru. Çok bildiğimi sanıyorum.”

“Bence bu soruların cevabını bulabilmemiz için birbirimizi daha yakından tanımamız gerek.”

“Bunun işe yarayacağını düşünmüyorum.”

“Bence yarardı.”

“İki taraf da samimi olsaydı; evet, yarardı.”

Kaşlarını çattı. Buna, garip bir şekilde sempatik bir görünüm eklemeyi de başarmıştı.

“Samimi olmadığımı mı düşünüyorsun?”

Kafamı yana eğdim ve biraz acır biraz da “yakalanmış” gibi tebessüm ettim. Bana ne zaman saldıracağını, bakışlarının ne zaman bir duvarı anımsatacağını ve tek kaşını hissettiği öfkeyle  hesap sorar gibi ne zaman yukarı kaldıracağını çok, çok merak ediyordum…

“Bu kadar zor değil Fatih…” dedim ona ve ekledim: “Asıl sorun senin duyguların ve kendi bencil isteklerin için başkalarının hikayelerini yakmanda bir sakınca görmemen.”

Kaşlarını tamamen çattı, bir karara varmış gibi hızla arkasını yaslandı, kollarını göğsünde birleştirdi ve ayaklarını birbirine çaprazlayarak alt bedenini öne doğru kaydırdı. Ona bakarak limonatamın yanında gelen, konuşmamızın başında ambalajını açmadığım pipetimi açtım ve bardağımın dibindeki limonatayı ses çıkartarak, aynı anda ona bakarak içtim. Saygısızlık katlanamadığı şeydi… Peh! Sanki benim çok dayandığım bir şeydi.

“Gerçekten de sorunların var.” dedi.

“Senin daha fazla.”

“Buradan kalktıktan sonra her yerde beni konuşacağına eminim.”

“Keşke o kadar değerli olsaydın.”

“O kadar değersiz olsaydım benimle tekrar buluşmak istemezdin. Bir de hazırlanmışsın…”

“Kendini çok abartıyorsun. Abartma diye…”

“Dengesizin tekisin. Ayrıca seni o kadar da beğenmemiştim.”

“Ayşegül ve Elif’i çok sevmiştim.”

“Ya bipolarsın ya borderline.”

“Hatırlıyor musun? Bana Allah’ın beni sevip sevmediğini hiç hissedip hissetmediğimi sormuştun…”

“Artık seninle ilgili hiçbir şey umurumda değil.”

“Hissettim. Tam da seni orada bırakırken…”

“Birkaç ay sonra beni arayacağından şüphem yok.”

“Benim de aklında kızları liste yaptığından…”

“Kaçıncı sırada olduğunu bilmek ister misin?”

“O gökyüzünde sadece sen yoksun. Bunu bu yaşına kadar çoktan anlamış olmalıydın.”

“Belki sondan 2, hatta 1…”

Kollarımı ben de onun gibi masada birleştirdim, öne doğru eğildim ve elimle ağzımı kapadım. Tikti, ne yapayım…

“Fatih…Sen hayırdır?”

Arkamı yaslandım, sahile baktıktan sonra yeniden ona döndüm:

“Hayırdır değil ama… “Hayırdır?”

Sayı: Sayı 07

Kategori: Öykü

Yazar: Zeyneb Rabia Aktüre